11/01/2008

PROLAKTİN HORMONU SORUNLARI

PROLAKTİN ("SÜT HORMONU") YÜKSEKLİĞİ (HİPERPROLAKTİNEMİ) veGALAKTORE (GÖĞÜSLERDEN SÜT GELMESİ)
Pro-lactin= "süt üretici"Hiperprolaktinemi= kanda prolaktin hormonu yüksekliğiGalactorrhea (galaktore okunur)= "süt şeklinde akıntı"
Özellikle gecikmeler şeklinde adet düzensizliği olan kadınlarda kan prolaktin (PRL olarak kısaltılır) ölçümlerine sıklıkla başvurulur.

Kan prolaktini yüksek olan kadınlarda adet düzensizliği sıklıkla saptanırken, beraberinde göğüslerden süt gelmesi yakınması olabilir veya olmayabilir. Bunun belirleyicisi bir yandan yükselmenin ne kadar zamandan beri var olduğu öte yandan kadının meme dokusunun prolaktin hormonuna duyarlılığıdır. Gebelik döneminden uzak bir kadının meme dokusunun kan prolaktin yüksekliğine süt üretimiyle cevap vermesi gebelik ve emzirme döneminde olduğu kadar kolay değildir.

Öte yandan göğüslerinden bariz süt gelme şikayeti olan kadınlarda bazen prolaktin hormonu ölçümleri normal bulunabilmektedir. Bunun muhtemel nedeni günümüz laboratuvar yöntemleriyle ölçülemeyen (veya rutin olarak ölçülmeyen) ancak güçlü süt yapıcı özellikleri olan bazı prolaktin hormonu alt türlerinin bulunmasıdır.

Prolaktin Hormonunun İşlevleri
Beyinde bulunan ve birçok hormonun salgılandığı hipofiz salgı bezinde üretilerek salgılanan ve lohusalık ve emzirme döneminde süt üretiminden, yumurtlamanın ve böylece adetlerin durmasından sorumlu olan, böylece emzirme döneminde kadını yeniden gebe kalmaktan (belli bir süre) koruyan prolaktin hormonu çeşitli nedenlere bağlı olarak uygunsuz salgılandığında adet döngüsünün düzeninin bozulmasına ve beraberinde göğüslerden süt veya süt benzeri bir sıvının salgılanmasına neden olabilir.

Prolaktin hormonu hipofiz bezi dışında rahim dokusundan da salgılanan ve muhtemelen adet döngüsü üzerinde henüz tam olarak aydınlatılamamış olan başka işlevleri de bulunan bir hormondur.
Prolaktin hormonu gebeliğin 8. haftasından itibaren kanda artmaya başlar. Bu artışın amacı kadını bebek doğar doğmaz emzirebilir duruma getirmektir. Prolaktin hormonu bu amaçla gebelikte meme dokusunun büyümesini uyarır ve memelerde halk arasında ağız (veya ağız sütü) olarak bilinen kolostrum adı verilen ilk sütün üretimini sağlar. Bazı kadınlarda kolostrum memelerden henüz gebelik döneminde salgılanabilir ve bunun normal olduğu kabul edilir.

Prolaktin Hormonu Neden Yükselir?
Prolaktin hormonunun emzirme dönemi dışında kendiliğinden uygunsuz bir şekilde salınımına neden olan durumlar net olarak belirlenmiş değildir ve çoğu durumda araştırmalar sonuçsuz kalır.Bunun yanında göğüs bölgesine rastlayan şiddetli darbeler, bu bölgeye uygulanan büyük ameliyatlar, uzun süreli ruhsal stres, meme uçlarının sürekli olarak uyarılması (kadının sürekli olarak memelerinden süt gelip gelmediğini kontrol etmek için sıkması belli bir süre sonunda gerçekten süt akışının başlamasına neden olabilir!), bazı karaciğer ve böbrek hastalıkları, prolaktin hormonunun yükselmesine neden olabilmektedir.

Yine depresyon için kullanılan ilaçların bazıları, hipertansiyon tedavisinde kullanılan ilaçların bazıları, östrojen hormonu, doğum kontrol hapları ve diğer bazı ilaçlar yan etki olarak prolaktin yükselmesine neden olabilmektedirler.
Hormonal dengesizlikler de prolaktin yükselmesine neden olabilmektedir. Bunlar arasından özellikle tiroid bezinden salgılanan hormonların yetersiz olması (hipotiroidi) prolaktin yükselmesine neden olan ve nispeten sık görülen bir durumdur. Bu nedenle kan prolaktin hormonu ölçümüne sık görülen bu hastalığın ortaya çıkarılabilmesi için TSH adı verilen hormon ölçümü mutlaka eklenir.

Prolaktin hormonu hipofiz bezinden salgılanan ve buradaki salgısı da hipofizin hemen üstünde yer alan hipotalamus bölgesi tarafından kontrol edilen bir hormondur. Bu nedenle hipofiz veya hipotalamusun tüm hastalıklarında kan prolaktin hormonu yükselebilir.
Hipofiz Bezinde Kitleye (Hipofiz Adenomu) Bağlı Olarak Prolaktin Yükselmesi
Hipofiz bezinden prolaktin hormonu salgısı yapan hücreler bazı durumlarda kontrolsüz bir şekilde çoğalabilmekte ve bu çoğalan hücrelerden vücudun ihtiyacından daha fazla prolaktin hormonu salgılanmaktadır.

Çoğalan bu hücreler bazı durumlarda ufak kitlesel oluşumlara dönüşebilmektedir. Adenom adı verilen bu kitleler çoğu durumda hipofiz bezinin ve beynin diğer bölgelerini olumsuz yönde etkilememekte, çok ender bazı durumlarda ise büyüyerek çevre dokulara (özellikle görme sinirine) etki ederek çeşitli sorunlara neden olabilmektedir.

Prolaktin Hormonu Yükselmesi Ne Gibi Belirtiler Yapar?
Hiperprolaktinemi sorunu olan bir kadında en sık görülen belirti memelerden kendiliğinden süt gelmesi (galaktore) ve özellikle gecikmeler şeklinde adet düzensizliğidir. Ancak hiperprolaktinemi ara kanamaları, sık adet görme, adet kanamasının azalması ve diğer tüm adet düzensizliklerine de neden olabilir. Adet düzensizliğinin en muhtemel nedeni adet döngüsünde yumurtlamanın olmamasıdır.

Yumurtlamanın olmaması kadında gebe kalamama sorunu ortaya çıkarabilir. Gebe kalamama nedeniyle başvuran kadınlarda yapılan araştırmalarda %5-10 oranında prolaktin hormonu yüksekliği saptanabilmektedir.Prolaktin hormonu yüksekliği bir hipofiz adenomuna bağlı olduğunda yukarıdaki belirtilere ek olarak baş ağrıları ve görme bozuklukları ortaya çıkabilmektedir. Bu iki belirti hiperprolaktinemi sorunu olan kadınlarda oldukça ender görülür.
Tanı Nasıl Konur?
Adet düzensizliği, gebe kalamama, göğüslerden emzirme dönemi dışında süt gelmesi şikayetlerinden herhangi biri veya birkaçı ile başvuran kadınlara doktorlar tarafından kanda prolaktin hormonu ölçümü istenir.
Hiperprolaktinemi tanısı alan bir kadında hormon düzeyi belli bir seviyenin üzerinde (bu seviye doktordan doktora ve hastanın durumuna göre değişebilir) bulunduğunda genellikle hipotalamus ve hipofizi görüntüleyen bir yöntemle bu bölgede bir sorun olup olmadığı araştırılır. Bu incelemenin amacı kadında hipofiz adenomu bulunup bulunmadığının ortaya konması ve bölgede hiperprolaktinemi sorununa neden olabilecek diğer ender durumların araştırılmasıdır.
Görüntüleme yöntemi olarak basit bir sella tursika ("sella turcica") (kafa içinde hipofizin bulunduğu anatomik bölge) röntgeni istenebileceği gibi, adenom şüphesinin yüksek olduğu durumlarda daha hassas, ancak maliyeti daha yüksek olan BT (tomografi) veya MR (manyetik rezonans) incelemeleri gerekebilir.

Nasıl Tedavi Edilir?
Prolaktin hormonu yüksekliğinin yarattığı sorunlar farklı olabileceğinden tedavi şekilleri de farklıdır.Özellikle galaktore (göğüslerden süt gelmesi) durumunda kan prolaktin hormonu ölçümü birkaç kez alınan kan numunelerinde normal bulunsa bile, hiperprolaktinemi kabul edilerek tedavi etmek uygun bir yaklaşım olarak görülmektedir. Yazının başında anlatıldığı gibi prolaktin hormonunun bazı alt türleri laboratuvar ölçümlerine yansımamakta, böylece gerçekte prolaktin hormonu yüksek olan bir kadının prolaktini "normal" bulunabilmektedir. Ancak bu çok ender görülen bir durumdur.

Tiroid beziyle ilgili bir sorun saptandığında tedavi bu bölgeye yönlendirilir.
Prolaktin Seviyesini Düşüren İlaçlar
Bu ilaçlar hipofiz bezinde prolaktin hormonu üreten hücrelere direkt etkiyle üretimi azaltırlar ve ağızdan kullanılan, vajinal uygulanan veya kalçadan enjeksiyon şeklinde uygulanan şekilleri vardır.

Tedaviye başlamadan önce genellikle yukarıda anlatılan ve prolaktin hormonunun yükselmesine neden olabilecek dış etkenler saptanır ve giderilmeye çalışılır (ilaç kullanımı, meme uçlarının sürekli sıkılması gibi).

Sorun gebe kalamama olduğunda genelde prolaktin seviyesini düşüren ilaçlar ve bazen beraberinde yumurtlamayı sağlayıcı ilaçlar kullanılır.
Sorun göğüslerden süt gelmesi olduğunda prolaktin seviyesini düşüren ilaçlardan faydalanılır.
Sorun adet düzensizliği olduğunda yine prolaktin seviyesini düşüren ilaçlardan faydalanılır. Çocuk istemeyen bir kadında böyle bir durumda yalnızca belirtiyi ortadan kaldıran, yani adet kanamalarını düzene sokan ilaçlardan da faydalanılabilir.
Tesadüfen saptanan ve belirtiye neden olmayan hafif prolaktin yükselmelerinde genellikle tedavi gerekmez. Belli aralıklarla takip edilir.

Hipofiz Adenomunun Tedavisi
Görüntüleme yönteminde adenom saptandığında öncelikle adenomun bası belirtileri yaratıp yaratmadığı araştırılır.Adenomlar iyi huylu tümörlerdir, kanserleşme eğilimi göstermezler ve genellikle çok yavaş büyürler ve hatta çoğu durumda küçülme eğilimindedirler. Otopsilerde hiçbir şikayeti olmadığı bilinen kadınlarda bile %1-5 oranında hipofiz adenomuna rastlanabilmektedir.

Hipofiz adenomlarının çapları bir santimetreden küçük olanlara mikroadenom, büyük olanlara makroadenom adı verilmekle beraber önemli olan adenomun boyutu değil çevre dokulara baskı yapıp yapmadığı, büyüme ve hormon salgılama hızıdır.
Hipofiz adenomunun yaptığı basının yaygınlık derecesi genellikle görüntüleme yöntemine net olarak görülmekle beraber görme sinirine bası varlığını araştırmak amacıyla görme alanı muayenesine sıklıkla başvurulur.

Adenomların büyük kısmı prolaktin hormonunu düşürücü ilaçlarla tedavi edilebilir niteliktedir. Bu ilaçlar hücrelerin sayıca çoğalmasını etkili bir şekilde önleyebilmektedirler ve artık burun yoluyla tümörü çıkarma şeklinde gerçekleştirilen ameliyatlara oldukça ender başvurulmaktadır. Özellikle şiddetli belirtilere neden olan (şiddetli baş ağrısı, görme alanının çok daralmış olması) veya hızlı büyüme eğilimi gösteren adenomlarda ameliyat gerekebileceği göz önünde bulundurulmalıdır.

Takip
Hiperprolaktinemi belirtileri ilaçla giderildikten sonra doktorun belirlediği aralıklarla düzenli olarak kan prolaktin ölçümlerine devam edilir. Adenom varlığında yine belli aralıklarla görüntüleme yöntemleri ve görme alanı muayeneleri tekrarlanır.
Takip tedavinin ilk aylarında daha sık aralıklarla yapılırken, hormon seviyelerinin yükselme eğiliminde olmadığı durumlarda takiplerin arası giderek açılır.
Gebelik döneminde takipte kanda prolaktin hormonu doğal olarak yükseldiğinden bu hormonun ölçümü takipte kullanılmaz.

SİVİLCELER

Sivilce veya tıbbi adıyla akne, en sık görülen cilt rahatsızlıklarından biridir ve ergenlik çağında insanların hemen tümü hafif veya ağır şekliyle bu sorunu mutlaka yaşamıştır. Sivilcelenme, polikistik overi (PKO) olan kadınlarda nispeten sık görülen bir sorundur ve bu yazı bu durum hakkında temel bilgiler vermeyi amaçlamaktadır.

Sivilceler Nasıl Oluşur?
Sivilceler cildin yağ bezlerinin bir hastalığıdır. Yağ bezlerinin cilde açılan kanalları tıkandığında sivilceler ortaya çıkar. Sivilceler en sık yüzde, alında, sırtta, göğüste ve omuzlarda oluşurlar. Estetik görünümün geçici olarak bozulmasına neden olabilecekleri gibi, şiddetli olan lezyonlar nedbeleşerek iyileştiklerinde kalıcı izler de bırakabilirler.
Yağ bezleri normalde sebum adı verilen bir madde salgılarlar. Bu salgı bildiğimiz yağ özelliklerini taşır ve amacı cildi korumaktır. Yağ bezlerinin önemli kısmı vücutta kıl köklerinin (foliküllerin) içinde yer alırlar ve salgı bu kıl kökünün yüzeyine olur.

Herhangi bir nedenle sebum ("yağ"), bu kıl kökünün bulunduğu bölgeden dışarı açılamadığında bu bölgede birikir ve sivilce ortaya çıkar.
Kıl kökü tıkandığında içeride biriken bu sebum ve kıl kökü yenilenmesiyle normalde dışarı atılması gereken ölü hücreler atılamadığından içeride birikirler ve bakteriler için çok uygun bir besiyeri oluştururlar. Başta Propionibacterium Acne adı verilen bakteri olmak üzere çeşitli bakteriler tıkanmış folikül içinde çoğalmaya başlarlar. Bakterilerin çoğalırken salgıladıkları maddeler bölgede ödem, kızarıklık ve ağrı gibi iltihabi belirtilere yol açarlar. Belli bir aşamadan sonra kıl kökü içindeki basınç çok artar ve sivilce içeriği patlayarak cilde boşalır.

Sivilce oluşumunu açıklamak için çok çeşitli teoriler ortaya atılmıştır. Bunlardan en çok kabul göreni kanda "erkeklik hormonlarının" artması ve bu artışa bağlı olarak kıl kökünün içinde bulunan sebum salgısının ileri derecede artmasıdır. Özellikle ergenlik çağının başlarından itibaren hem kız hem de erkek çocuklarda büyüme ve gelişmeyi sağlamak amacıyla testosteron hormonu ve diğer erkeklik hormonları artar ve bu artış duyarlı kişilerde sivilce oluşumuyla sonuçlanır. Yine polikistik over durumu genellikle ilk belirtilerini ergenlik çağında vermeye başlayan bir durum olduğundan ileri derecede sivilcelenme sorunu yaşanması, bu hastalığı düşündürebilir.
Sivilce oluşumu kalıtımsal özelliklerden çok fazla etkilendiğinden özellikle anne ve babasında ergenlik çağında sivilce öyküsü olan kız ve erkekler bu problemle daha sık karşılaşırlar.

Kalıtım muhtemelen sebum salgılayan hücrelerin erkeklik hormonlarına duyarlılığını etkilemektedir.Ergenlik çağındaki kızlarda ve kadınlarda adet kanamasından 2-7 gün önce değişen hormonal ortam nedeniyle sivilcelerde artış gözlenir. Gebelik, doğum kontrol hapına başlama veya bırakma, ağır ruhsal veya fiziksel stres de hormon düzenini etkileyerek sivilcelerin artmasına veya daha önceden hiç sivilce sorunu yaşamayanlarda yeni sivilce oluşumuna neden olabilir.Cildi "kirli" olanlarda ve bazı gıdaları alanlarda sivilcelerin daha çok görüldüğü doğru değildir.

Sıklıkla ergenlik döneminde ortaya çıkmaya başlayan sivilceler genellikle 30 yaşından sonra azalma eğilimi gösterse de, 40-50 yaşlarına kadar sivilce sorunu yaşayan insanlar da vardır.
Sivilcelerin tedavisi genellikle bir cildiye uzmanı tarafından yapılır. Ancak özellikle PKO düşündüren belirtilerin varlığında Cildiye Uzmanı değerlendirmesine ek olarak bir Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı değerlendirmesi de gereklidir.

Yukarıdaki belirtiler dışında, ergenlik döneminde hiç sivilce olmamış veya hafif olmuş olmasına rağmen ergenlik döneminden sonra sivilce problemiyle karşılaşan kadınların da bir Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı değerlendirmesinden geçmeleri önerilir.

Cildiye uzmanı tarafından izotretinoin içerikli ilaç tedavisi verilen kadınların gebelikten korunmaları gerektiği unutulmamalıdır. Sivilce tedavisinde en güçlü ilaçlardan biri olan izotretinoin, bilinen en güçlü teratojen (bebekte doğumsal kusur yapan) ilaçlardan biri olduğundan bu ilaç gebe olan veya gebelik şüphesi olan kadınlarda kullanılmaz.

9/16/2008

Göz kuruluğuna son

Bu yöntem bir harika…Doktorlar, klasik ”lasik” yönteminin uygulanması sırasında ortaya çıkan ozon gazının gözün yüzeyindeki sinir uçlarını etkileyerek göz kuruluğuna neden olduğunu ifade ederek, ”S-Lasik yönteminde ise işlem sırasında lazerin uygulanmadığı alanlar kapatılarak, ortaya çıkan ozon gazının göze hasar vermesi engelleniyor” dedi.
Çelikkol, yaptığı açıklamada, miyop, hipermetrop, astigmat gibi gözdeki kırma kusurlarını tedavi etmek için kullanılan lazer yöntemlerinin tümünde excimer lazer kullanılarak, korneanın (saydam tabaka) net görmeyi sağlayacak şekle kavuşturulduğunu söyledi.
Excimer lazerin diğer yöntemlerden farklı olarak soğuk bir lazer olduğunu, çevre dokulara zarar vermediğini, yakarak değil dokuyu tozlaştırarak tedavi sağladığını kaydeden doktorlar, ”Aynı excimer lazerle yapılan, göz numaralarını sıfırlama ya da daha doğru ifadeyle doğal net görme kazandırmak amacıyla yapılan tedavilere farklı isimler verilmesinin sebebi kullanım tekniğinin farklı olmasından kaynaklanıyor” diyor.

En gelişmiş lazer tedavi yöntemi olması, yaklaşık 4-5 dakika sürmesi, ağrısız, acısız, kansız ve güvenli bir uygulama olması nedeniyle ”lasik” yönteminin çok tercih edildiğini anlatan Çelikkol, bu tedavi sonucunda görüş netliğinin çok hızlı oluştuğunu, göz numaralarında kısmi geri gelmenin görülmediğini bildirdi.

Hastaların göz ve yüz yapısında bir engel olmadığı sürece bu metodun kullanılabildiğini belirten doktorlar, bunun uygulanmasında engel olduğu takdirde ise PRK ya da lasek yöntemlerinin tercih edildiğini belirtti.Klasik lasik yönteminde, korneadan bir kapakçığın kaldırılmasıyla ortaya çıkan kornea yatağına lazer yapıldığını, böylece dokunun tozlaştırılarak kırma kusurunun düzeltildiğini anlatan doktorlar:”Bilimsel araştırmalar, klasik lasik yönteminde uygulama sırasında ortaya çıkan ozon gazının gözün yüzeyindeki sinir uçlarını etkileyerek göz kuruluğuna neden olduğunu gösteriyor.

ABD başta olmak üzere gelişmiş ülkelerde uygulanmaya başlanan S (Sealed)-Lasik yönteminde ise yine korneadan kapakçık kaldırılarak lazer uygulanıyor. Ancak bu işlem sırasında lazerin uygulanmadığı alanlar kapatılarak, ortaya çıkan ozon gazının göze hasar vermesi engelleniyor. Bu da göz kuruluğunun ortaya çıkmasını yüzde 70 oranında azaltıyor.”

ABD’de çalışmalar yürüten İspanyol uzman Carmen Barraquer tarafından geliştirilen yöntemin, göz kuruluğunu engellemesi bakımından klasik yönteme göre daha avantajlı olduğunu bildirdi.Doktorlar, 18 yaşından büyük, miyop, hipermetrop, astigmat ya da mixed astigmatı olanlar ile uygun presbiyopların (yaşa bağlı yakın problemi) ve 18 yaşından küçük olup da 2 gözü arasında aşırı numara farkı bulunanların lasik yaptırabileceğini söylüyor.

DEPRESYON NEDİR ?
Depresyon toplumda çok sık görülmekle beraber, ilk kez depresyonun tanımlanması Hipokrat dönemine kadar eskilere uzanır. Depresyonun temelinde daha önceden isteyerek ve severek yaptığı günlük aktivitelere karşı isteksizlik ve hayattan zevk alamama durumu vardır. Ek olarak kişide kederli ve üzgün bir duygudurum ile birlikte görülen bazı değişiklikler zamanla oluşur. Bu durumda kişi herşeyi olumsuz olarak değerlendirerek karamsarlık düşünceleri ile geçmişi ve geleceği düşünmeye başlar. Bu düşünceler istemesede kişinin aklına gelir. Yani günlük yaşantıda herşeyin olumsuz taraflarını görür. Geçmişte yaşanmış olayların olumsuz ve kötü taraflarını görerek kendisini suçlu ve cezalandırılmış hisseder.

Aynı şekilde geleceği de umutsuz ve karamsar görerek gelecek adına çaresizlik düşünceleri iyice pekişir. Kişi hayatından zevk alamaz hale gelerek hatta yaşamanın anlamsız olduğunu düşünecek kadar kendini çökkün hissedebilir. Bu olumsuz bakış günlük hayatına, kişiler arası ilişkilere yansıyarak onun okul ve/veya iş hayatındaki performansının düşmesine neden olabilir. Yalnız normal sınırlarda kabul edilecek gün içerisindeki duygulanımdaki çökkünlükler depresyon sayılmaz. Depresyon diyebilmemiz için gün içerisinde hemen hemen gün boyu ve en az son onbeş gündür devam ediyor olması gerekir.

DEPRESYONUN DİĞER BELİRTİLERİ NELERDİR ?
Önceden zevk aldığı günlük aktivite ve meşguliyetlerden zevk alamama, gün içerisinde sürekli veya günün büyük çoğunluğunda kederli ve üzgün olma, gençlerde ve çocuklarda daha çok çabuk sinirlenme duygudurum değişikliği, uyku azalması, sık sık uyanma, erken uyanma veya çok fazla uyuma, iştahsızlık veya çok aşırı yeme, dikkat dağınıklığı ve konsantrasyon azalması, cinsel istekte azalma, çabuk yorulma, akla gelen ölüm düşünceleri, kendini değersiz -çaresiz- işe yaramaz - beceriksiz - suçlu görme, olayları olumsuz değerlendirme, geleceğe yönelik karamsar düşünceler ve buna benzer belirtiler görülür. Bu belirtilerin tamamı olabileceği gibi, önemli bir kısmı da bulunabilir.

ÇOCUKLARDA GÖRÜLEBİLECEK EK BELİRTİLER NELERDİR ?Son zamanlarda ders başarısızlığının artması, gün içerisinde aşırı sinirlenme, özellikle iştah artışı şeklinde iştah değişiklikleri, uyku bozukluğu ve aşırı uyuma, okul içerisinde yalnız olmayı tercih etme, daha önceden severek yaptığı hobilerinden uzaklaşma, arkadaşlarından uzaklaşma, üzgün bakış, daha çok sessiz sakin olmayı tercih etme, daha çok odasında yalnız vakit geçirmeyi tercih etme ( uzun süre ), tutturma nöbetleri ve öfke krizleri, kendini diğer arkadaşlarına göre beceriksiz ve başarısız görme, ders çalışmada isteksizlik, son zamanlarda madde bağımlılığı, riskli arkadaş gruplarına katılma vb.

DEPRESYON NASIL OLUŞUR ?Kişide depresyon oluşması için belli bir kişiyi olumsuz yönde etkileyen stres etkeni veya yaşanan bir olay olabilir. Kişiler arası ilişkilerdeki olumsuzluklarda kişiyi depresyona sokabilir . Özellikle günümüzde psikososyal stres etkenlerinin artması ile toplumu oluşturan bireylerin depresyon geçirme riski artmıştır . Depresyon hiçbir dış etken olmadanda kendi kendine kişide endojen dediğimiz şekli ile zamanla gelişebilir.

DEPRESYON TİPLERİ NELERDİR ?Melankolik tipte özellikle sabahları çok yoğun çökkünlük hissi ile beraber hemen her şeye karşı zevk kaybı, aşırı yorgunluk ve halsizlik görülür. Atipik şeklinde ise genellikle uyku ve iştah azalması olan tipik şekilde olanın tersi olarak, uyku ve iştah artışı ön plandadır. Mevsimsel tipte tekrarlayan mevsimle birlikte olan depresyon belirtileri vardır. Tipik olanda ise azalmış uyku,iştah, enerji vardır.

DEPRESYONDA BEDENSEL ŞİKAYETLER NELERDİR ?Depresyondaki kişi bedensel şikayetler diyebileceğimiz; Baş ağrısı, kas ağrıları, aşırı yorgunluk ve halsizlik, sindirim sistemi rahatsızlıkları, kalp ve dolaşım sistemi şikayetleri, cinsel işlev bozuklukları ve buna benzer bedensel yakınmalar ile de çoğunlukla doktora başvururabilir.

DEPRESYONUN AİLEYE ETKİSİ NELER OLABİLİR ?Depresyon durumu aile üyelerinden birisini etkilediği zaman, etkileşim durumunda olan aile bireyleri ister istemez bu durumdan etkilenecektir. Aile üyelerinden harhangi birindeki depresyon hali genelde aileninde genel atmosferini daha karamsar ve olumsuz hale getirebilir. Depresyondaki aile bireyinin diğer aile bireyleri ile ilişkileri bozulabilir. Örneğin evde babanın depresyondan etkilenmesi onun mesleki performanısnın azalmasına, işlevselliğinin azalmasına, evine ve ailesine daha az ilgi göstermesine, evdeki anlaşmazlı, tartışma ve sıkıntıların artmasına, ailenin sosyal aktivitelerinin azalmasına, çocuklarda aile içindeki gerilim ve sıkıntılardan dolayı kaygı belirtilerinin oluşmasına (tırnak yeme, altını ıslatmaya veya kirletmeye başlatma, kekeleme, tik bozuklukları, uyku ve iştah bozuklukları vb) yol açabilir.

DEPRESYON TEDAVİSİ NASILDIR ?Depresyon tedavisi son zamanlarda daha kolay hale gelmiştir. Genellikle ve çoğunlukla kullanılan tedavi yaklaşımı ilaç tedavisidir. İlaç tedavisinede serotonin ve noradrenalin üzerinden etki yapan antidepresan dedğimiz ilaçlar kullanılır. Aynı zamanda bilişsel olumsuzlukları ve öğrenilmiş çaresizlik düşüncelerini gidermek ve tadaviyi hızlandırmak için psikoterapiye de ihtiyaç olabilir. Nedene yönelik olarak psikososyal stres faktörlerinin de ortadan kaldırılması süreç içerisinde iyileşmeyi hızlandıracaktır. Bu dönem içerisinde kişinin hayatını mevcut depresyonun ez az şekilde etkilemesi için, durumun bir psikiyatrist tarafından değerlendirilmesi ve vakit geçirilmeden tedaviye başlanması önemli olabilmektedir.

Postnatal depression
Some women develop depression just after having a baby. See separate leaflet called 'Postnatal Depression' for details.
Bipolar affective disorderIn some people, depression can alternate with periods of elation and over-activity (mania or hypomania). This is called bipolar affective disorder or manic-depression. Treatment tends to include mood stabiliser medicines such as lithium. See separate leaflet called 'Bipolar Affective Disorder' for details.
Seasonal affective disorderSome people develop recurrent depression in the winter months only. This is called 'Seasonal Affective Disorder' or SAD. For people in the UK with SAD, symptoms of depression usually develop each year sometime between September and November, and continue until March or April. You, and your doctor, may not realize that you have SAD for several years. This is because recurring depression is quite common. You may have been treated for depression several times over the years before it is realized that you have the seasonal pattern of SAD. Treatment of SAD is similar to other types of depression. However, 'light therapy' is also effective. See separate leaflet called 'Seasonal Affective Disorder' for details.
Other mental health problemsDepression sometimes occurs at the same time as other mental health problems.
People with anxiety, panic disorder, and personality disorders quite commonly also develop depression. As a rule, depression should be treated first, followed by treatment of the other disorder. In particular, anxiety will often improve following treatment of depression.
Eating disorders such as anorexia and bulimia may accompany depression. In this situation the eating disorder is usually the main target of treatment.

8/06/2008

Tüp Bebekte Çoğul Gebeliğin Riski!

Tüp bebek uygulamalarında çoğul gebeliklerin erken doğum ve buna bağlı sakatlık ve zeka geriliği riskini beraberinde getirdiği, ancak uzun yıllardır bebek isteyen anne-baba adaylarının bu riski görmezden geldiği bildirildi.

Türk Jinekoloji ve Obstetrik (hamilelik ve doğumla ilgili bilim dalı)Derneği Başkanı ve Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Kadın Hastalıkları ve Doğum Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Bülent Tıraş, tüp bebek uygulamasının, çocuk sahibi olamayan çiftlerin sıkça başvurduğu bir yöntem olduğuna dikkati çekti.
Tüp bebek uygulamasında, anne adayına Sağlık Bakanlığının belirlediği standart olan ortalama 3 embriyo transfer edildiğini anlatan Tıraş, "ancak, eğer hastanın yaşının ileri olması gibi nedenlerle gebe kalma ihtimali azsa, embriyo sayısı artırılabilir. Embriyo sayısı artırımı, söz konusu özel durumlarda yapılmalıdır.

Ancak, ihtiyaç olmadığı halde, yalnızca gebelik ihtimalini yükseltmek amacıyla embriyo sayısını artırmak, beraberinde önemli sorunları getirebilir" dedi. Embriyo sayısının artırılmasının, "çoğul gebelik" ihtimalini yükselttiğini söyleyen Tıraş, "Çoğul gebelik, iki ve fazla fetusun geliştiği gebeliktir. Tüp bebek yöntemiyle nakledilen embriyo sayısı ne kadar çok olursa, rahme düşecek embriyo sayısı da artacaktır. Yani ikiz, üçüz, dördüz, hatta daha fazla sayıda fetus aynı anda gelişmeye başlayacaktır" dedi.

ÇOĞUL GEBELİĞİN RİSKLERİ
Türk Neonatoloji (yeni doğan hastalıkları) Derneği Başkanı Prof. Dr. Murat Yurdakök de çoğul gebeliğin tüp bebek uygulamasında başarı olarak görülmemesi gerektiğini söyledi. Anne rahminin en fazla 2 bebek için uygun olduğunu, daha fazla sayının erken doğumlara, bebeklerde sakatlığa veya zeka geriliği gibi kalıcı sorunlara neden olabileceğini ifade eden Yurdakök, "tüp bebek uygulaması yapılan anne ve baba adaylarına, tüp bebek uygulama merkezlerinde bilgilendirme çok iyi şekilde yapılmalı, çoğul gebeliğin riskleri iyice anlatılmalı. Ancak, bazen anlatılsa dahi uzun yıllar bebek sevdası yaşayan anne-baba adayları, bu riski görmezden gelmekte ve tüp bebek uygulamasında normalin çok üzerinde sayıda embriyonun transferini istemekteler" dedi.
Çoğul gebeliğin annenin hayatını da tehlikeye attığını belirten Yurdakök, tüp bebek uygulamalarında Sağlık Bakanlığının belirlediği standartlara bağlı kalınması gerektiğini vurguladı.
Yıllık kontrollerimi ne sıklıkta yaptırmam gerekir?
Menopozun belirtileri nelerdir?

Öncesinde hangi testler yaptırılmalı? Muayeneler ne sıklıkta yapılmalı? Uzmanlar yanıtlıyor... Soru: Yıllık jinekolojik muayene kontrollerimi ne sıklıkta yaptırmam gerekir?

Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı :

Yılda bir kez smear testi ve jinekolojik muayene, kadınları jinekolojik kanserlerden koruyup, erken tanı sağlayabiliyor. Yapılan tetkikler kadının yaşına göre farklılık göstermektedir. Genç yaş grubundaki üreme çağındaki kadınların cinsel aktivitenin başlangıcından itibaren yılda bir jinekolojik muayene, vajinal smear tetkiki, meme muayenesi, ultrasonografik muayene ile rahim yumurtalık ve rahim içi zarı değerlendirilmesini mutlaka yaptırması gerekiyor.

40 yaş üzeri hastalarda ise bunlara ek olarak mammografi ve gerekirse meme ultrasonografisi, kan biyokimyası (kan lipidleri, açlık kan şekeri, karaciğer ve böbrek fonksiyon testleri, tiroid fonksiyon testleri), gaitada gizli kan tetkiki yılda bir kontrol ediliyor.Rutin sağlık taramalarında kadınlardan özgeçmişe ait detaylı sağlık bilgileri alınarak mevcut risk faktörleri belirleniyor. Takiben ultrasonografik değerlendirme eşliğinde jinekolojik muayene yapılıyor ve bu esnada vajinal smear alınıyor.Gerek üreme çağında ve gerekse menopoz sonrası dönemde kadınlarda en sık yapılan tarama testi vajinal smear tetkikidir. Vajinal smear testi rahim ağzı kanserlerinin erken tanı ve taramasında kullanılan bir testti.

Menopozun belirtileri nelerdir? Öncesinde hangi testleri yaptırmalıyım?

Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı :

Menopoz döneminde doğurganlık çağı bitmekte ve overler fonksiyon bakımından saf dışı olmakta, kadın için doğurganlığın ortadan kalktığı yeni bir çağ başlamaktadır. Genelde olayın ortaya çıkmasının nedeninin overin yaşlanması olduğu kabul edilmektedir. Sonuçta kadın östrojen metabolizmasında azalma görüldüğünden, bu sürede görülen belirtilere "östrojen yetersizliği sendromu" da denilmektedir.Genellikle bu devre 40 ile 60 yaş arasındadır. Menopoza girme yaşı toplumdan topluma değişiklik göstermektedir. Gelişmiş toplumlarda çeşitli çevresel etkilerin bu yaşı etkilediği kabul edilmektedir. Ülkemizde bu yaş 46,5-47 civarındadır. Kadınların yaşamını 1/4, 1/3'lük kısmı menopozda geçmektedir.

Ortalama yaşam süresi tüm dünyada uzamış olduğundan bu dönemde koruyucu hekimliğine çok iş düşmektedir.Kadınlarda 40 yaştan sonra her 5 yılda bir tam fiziki muayene, yıllık meme ve jinekolojik muayene, pap-smear testi, gerekirse cinsel yolla bulaşan hastalıkların taraması yapılmalıdır.40'lı yaşlarda bir TSH ölçümü yapılmalı ve 60 yaştan sonra 2 yılda bir tekrarlanmalıdır.50'li yaşlardan sonra gaitada gizli kan bakılmalıdır.

Yine 40'lı yaşlarda mammografik tetkike başlanması önerilmektedir.Menopoz tanısı ağırlıklı olarak klinik açıdan konulmaktadır. Menopoza yakın dönemde adet kanamalarının karakteri değişik şekillerde olabilir. Hastanın adeti tamamen kesilebilir. Adet kanamasının hem süresi hem de miktarı kademeli olarak azalabilir ve bu en sık rastlanan tiptir.Bazı kadınlarda kanama miktarı artar ve düzensiz olabilir. Bu durumda özellikle jinekoloğa başvurulmalıdır.

Hypertension in the African American Community If you are like most people, you or someone you know has high blood pressure. For a variety of reasons, the unfortunate truth is that the prevalence of hypertension in African Americans is among the highest in the world. This fact makes hypertension one of our primary targets in the campaign to improve health and wellness.
Poorly controlled hypertension can lead to a variety of serious health problems including strokes, heart disease and kidney failure. African Americans suffer from the complications of hypertension at alarmingly high rates.

Often, we do not receive treatment until the blood pressure has been elevated for many years and has already began to damage organs in the body. Compared to Whites, African Americans develop hypertension at an earlier age and are more prone to have substantially elevated pressures. Data reveal that compared to the general population, African Americans have: A 80% higher death rate associated with strokes due to hypertension. A 50% higher death rate associated with heart disease due to hypertension. A 320% higher death rate associated with end-stage kidney disease.

Quick Refresher: The Basics of Our Circulatory System Our circulatory system consists of several components that act in harmony to transport nutrients and oxygen to our tissues and remove waste products. Let’s quickly review the key components.Blood A fluid made up of blood cells and plasma that circulates throughout the body. Blood caries a variety of substances (oxygen and waste products) that are transported between various organs and tissues.Heart Muscular organ that pumps oxygen poor (deoxygenated) blood into the lungs and pumps the newly oxygenated blood out to the body.

Vessels Vessels are arteries and veins and can be thought of as the “tubing” which carries blood throughout our bodies. For the most part, arteries are the blood vessels that carry oxygen rich blood to our organs and tissues. Veins carry the oxygen poor blood back to the heart. Lungs Responsible for the oxygenation of our blood.What is Blood Pressure? Blood pressure refers to the pressure blood exerts against the walls of the main arteries in our bodies. The systolic pressure is the pressure in the vessels when the heart is pumping. The diastolic pressure is the pressure of the blood between heartbeats (when the heart is at rest). When you see or are told of a blood pressure of 120/80 or 120 over 80…the systolic pressure is120 and the diastolic pressure is 80.

What Defines Hypertension? Hypertension is defined as an average systolic blood pressure of 140 mm Hg (millimeters of mercury) or higher and/or an average diastolic blood pressure of 90 mm Hg or higher. It is important to point out that blood pressure readings can be different at varying times of the day and can be elevated with stress or anxiety. Therefore, the determination of a person being labeled as “hypertensive” is usually based on the average of three blood pressure readings taken on different days. The following chart is adapted form the Sixth Report of the Joint National Committee on Prevention, Detection, Evaluation, and Treatment of High Blood Pressure (JNC VI). Category Systolic (mm Hg) Diastolic (mm Hg) Optimal<120and<80normal<130and<85high>

Stage 3>=180Or>=110Hypertension and Diabetes Mellitus Controlling blood pressure is extremely important in diabetic patients with hypertension. Properly controlling blood pressure helps to prevent damage to the kidneys and can help to control the development of diabetic nephropathy (diabetes related kidney disease). The goal for diabetic patients with hypertension is to keep the blood pressure below 130/85 mm Hg. A combination of anti-hypertensive medications and lifestyle changes (especially weight loss) should be used to reach this blood pressure goal.

Hypertension Associated with Birth Control Pills Many women taking birth control pills experience a small increase in blood pressure, but the pressure usually remains in the normal range. Hypertension has been reported to be 2-3 times more common in women taking birth control pills and is most evident in obese and older women.

Women over 35 years of age who smoke are advised against taking birth control pills as they are at an increased risk of developing hypertension. Hypertension and Kidney Disease The early detection of kidney damage from hypertension is very important. Your doctor can order blood tests that can determine whether or not there is evidence of damage. Blood pressure should be controlled to levels of 130/85 mm Hg or lower. The goal here is to prevent advanced or “end-stage” kidney failure requiring the need for dialysis.

Evaluation and Diagnosis The initial screening for hypertension is fairly simple and straightforward.
All you need to do is have your blood pressure measured with a cuff that is placed around your arm and then inflated (technically it is called a sphygmomanometer). As a basic rule, if the average of three blood pressure readings (on different days) is over 140/90 mm Hg it can be concluded that you have hypertension. The exact cause of hypertension in most cases is not known. In the medical community this is referred to as “essential” hypertension. A combination of genetics, diet, and lifestyle certainly play a large role in the development of high blood pressure. It is very important to point out that if you develop hypertension at a young age or the hypertension develops suddenly, your doctor should carefully evaluate you for causes of hypertension that are potentially reversible.

You may need special studies that will evaluate the vessels that supply blood to your kidneys and for other potential disorders in your endocrine system. Treatment Lifestyle ChangesFor most individuals, the first step in treating hypertension is to make lifestyle changes. This means losing weight, increasing the amount of exercise you get, and changing your diet. Our accompanying article Controlling Hypertension Throughout Our Life Cycle discusses these lifestyle changes in more detail. In general, decreasing the sodium (salt) in your diet, eating more fruits and vegetables, and getting more aerobic exercise can help to lower your blood pressure. It will take some effort on your part! Anti-Hypertensive MedicationsIf the lifestyle changes mentioned above are unable to control your blood pressure, your doctor may prescribe medication(s).

There are a variety of different medications available and your doctor will prescribe the medication that is best for you. Some medications are better for people with diabetes, heart disease, kidney disease, etc. If you cannot tolerate a certain medication because of adverse side effects, there are other options. Many people are often opposed to “taking a pill every day.” Please, please, please remember that taking a pill every day can be a much better option than developing a stroke, heart attack, or needing to have kidney dialysis because your blood pressure ran out of control for too long. Empowerment Points Hypertension (high blood pressure) is often asymptomatic but over time it leads to a variety of health problems including heart disease, strokes, and kidney failure. The prevalence of hypertension in African Americans is among the highest in the world.

Have your blood pressure checked and if it is elevated discuss treatment options with your doctor. The only way that we can beat hypertension is to confront it head on—make lifestyle changes and take your medication if your doctor prescribes it! References:Report of the Joint National Committee on Prevention, Detection, Evaluation, and Treatment of High Blood Pressure (JNC VI)Autism a Public Health ProblemAutism is a serious public health problem which impacts many children. According to a recent report from the Centers for Disease Control, 1 out of every 150 American eight-year-olds has some form of autism. The previous estimate was one in 166 children. This suggests that 560,000 children in the US have autism. The reason for the high percentage of autism remains unclear. The CDC is now conducting a study to try to identify the environmental factors associated with autism. Research has shown no differences based on race, ethnicity, or socioeconomic status in either the prevalence or incidence of autism in children. Although, the condition does not seem to differ in percentage by culture or race; diagnosis and treatment disparities do exist.

Healthcare Disparities and AutismAfrican-American children frequently are confronted with late diagnoses or misdiagnosis, according to the National Early Intervention Longitudinal Study done under a grant from the US Department of Education. The study suggests this may be due to evidence that African-Americans are less likely than Whites to see the same pediatrician over an extended period of time. A pediatrician who sees a child regularly over time may recognize autism sooner than those exposed less frequently at office visits. The study encourages African American parents to ask many questions and be persistent in getting their health care provider to diagnose autism related concerns.In a study done by David Mandell and Dr. John Listerud entitled, Race Differences in the Age at Diagnosis Among Medicaid-Eligible Children with Autism, African-American children with autism are diagnosed nearly two years after children of all other ethnic groups and they received more misdiagnoses than Whites. They also found that minority families and families with lower incomes or limited education had more difficulty entering the early intervention system for autism.

Early intervention is critical for better outcomes.
Advocating for vigilant diagnosis, treatment and education about this condition among the African American community can help lessen the disparity. What is Autism?Autism is a brain disorder that is connected to a variety of developmental problems, in communication and social interaction. The first signs of autism usually appear before age 3. Although there is no cure for autism, it is a treatable lifelong condition. The key feature of autism is impaired social interaction.According to the Mayo Clinic, children with autism have problems in three crucial areas of development — social skills, language and behavior. The most severe form of autism is evident by a complete inability to communicate or interact with other people. Often it is the parent that notices their child has symptoms suggestive of autism. Amy Higgins-Boyd, a Behaviorist that specializes in autistic children states, “Typically, they describe their infant child as showing little interest in others and having difficulty with changes in routines or their environment.

A child with autism may appear to develop normally and then withdraw and become unresponsive to social contact. Often children with autism engage in repetitive movements such as rocking and twirling, or in self-abusive behavior such a head-banging.” Higgins-Boyd also states the importance of joint attention as an important indicator. Joint attention behaviors represent a critical area in typical development, emerging between the ages of 9 and 15 months. Joint attention skills have been found to be related to receptive and expressive language skills among typically-developing children. Joint attention is important for the development of other skills as children age, such as more expressive language and symbolic play.

The National Institute of Neurological Disorder and Stroke (NINDS) report that Autism (sometimes called “classical autism”) is the most common condition in a group of developmental disorders known as the autism spectrum disorders (ASDs). Other ASDs include Asperger syndrome, Rett syndrome, childhood disintegrative disorder, and pervasive developmental disorder.

What about Vaccines? Are they safe?Vaccinations given to children have been suggested by some Americans to cause the onset of autism. This has primarily been linked to the fact that the characteristics of autism coincide with the timing of vaccinations. The measles, mumps and rubella (MMR) vaccine in particular is most often singled out as the culprit. The Centers for Disease Control and Prevention, the Institute of Medicine and the American Academy of Pediatrics all contend that vaccines including the MMR vaccine do not cause autism.How is Autism Diagnosed?According to NINDS, when doctors diagnose autism they look for the following behaviors using a screening instrument to gather information about a child’s development and behavior:impaired ability to make friends with peersimpaired ability to initiate or sustain a conversation with othersabsence or impairment of imaginative and social playstereotyped, repetitive, or unusual use of languagerestricted patterns of interest that are abnormal in intensity or focuspreoccupation with certain objects or subjectsinflexible adherence to specific routines or ritualsUpon recognition of autistic behaviors treatment and early intervention can be conducted.

Autism is a complex disorder, so it requires a diverse team to diagnose and treat the condition. Often diagnoses and treatment includes a neurologist, psychiatrist, speech therapist, and other professionals .If your child exhibits behaviors characteristic of autism make certain you are relying on a multi-disciplinary team to diagnose and treat your child. What does the research about autism provide?Researchers believe that gene studies will help unlock the mystery of autism. In a study done by National Institutes of Health, the National Alliance of Autism Research, the Hussman Foundation and the Autism Genetic Resource Exchange analyzed 54 African American families and 557 Caucasian families in which a member had autism. Researchers studied the genes that regulate a brain chemical or neurotransmitter called GABA along chromosome 15. Chromosome 15 has been linked to autism.

According to the researchers, GABA slows down nerve cells once their message has been transmitted to the brain acting as an information filter that prevents the brain from becoming over-stimulated. If the GABA system fails, the brain can be flooded with sensory information that overpowers the brain's processing capabilities, leading to some of the characteristic behaviors of autism. The largest research for autism genes to date, funded by the National Institutes of Health (NIH), has implicated components of the brain's glutamate chemical messenger system and a previously overlooked site on chromosome 11. Based on 1,168 families with at least two affected members, it adds to evidence that tiny, rare variations in genes may heighten risk for ASDs.

Among the new clues is stronger evidence for an association between autism and sites of genes. Continued genetic discoveries in this area will unleash the autism mystery and hopefully provide more research for curing this disease.Empowerment Points Be persistent with your doctor if you suspect your child has autismThe key research institutions do not believe autism is caused by vaccinationsLearn as much as you can about autism and pass it along to others. Early intervention is critical.If your child exhibits autistic behaviors ask many questions and make sure a multi-disciplinary medical team is helping you identify the problem.

7/14/2008

YAZ VE KALP HASTALIKLARI

Kalp Hastalarının Hastalıkları Gereği Yaşam Boyu Dikkat Etmeleri Gereken Bazı Kurallar Vardır.

Bunlar Çoğu Kez Hastalar Tarafından Yeni Bir Yaşam Şekli Olarak Algılanır. Mümkün Olduğunca Da Uymaya Özen Gösterilir.

Her Mevsimin Kendine Özgü Güzelliği Ve Özelliği Vardır. Kışın Karı Ve Soğuğu Ile Yazın Sıcağı Ve Denizi Bunların Başında Gelir.

Kalp Hastası Olan Kişi Yazın Ve Denizini Çok Seviyor Da Olsa, Kendini Mümkün Olduğunca Sıcaktan Ve Yaz-Deniz Keyfi Adına Yorgunluktan Korumalıdır. Bu Nedenle Sıcağın Ve Koruyucu Hareketlerin Sakıncalarına Kısaca Değinmek Uygun Olur.Sıcaklık Ve Deriİnsanlar Içinde Bulundukları Ortama Uyum Sağlamada Kendilerine Yardımcı Olan Donanımlara Sahiptirler.

Çevrenin Ve Kendi Vücut Isınlarının Durumuna Uyum Sağlamada Deri Çok Önemli Bir Rol OynarDeri, Damarlarının Durumunu Ihtiyaca Göre Ayarlayarak Damarların Genişlemesi Veya Damarların Daralmasını Sağlayarak Çevrenin Sıcağına Uyum Sağlar. Kişinin Sıcağa Uyum Göstermesinde Terleme Ve Titremeninde Önemli Bir Ayarlayıcı Rolü Vardır.

Deri, Normal Koşullarda Normal Isıdaki Ve Istirahatteki Erişkin Bir Insanda Kalp Debisinin % De 5-10′U Kadar Bir Kan Taşır. Isının Artmasıyla Deri Kanlanması Artar.Aşırı Isı Artması Hallerinde Kap Debisinin % 50-60′I Deriye Gider. Bu Gibi Hallerde Derinin Sempatik Vazokonstriktör Sinirleri Arayıcılığı Ile Çeşitli Refleks Yollar Sayesinde Dolaşım Düzenlenmesi Yapılarak Kontrol Altına Alınır.

Yazın Aşırı Sıcaklarda, Sıcağa Uzun Süre Maruz Kalmakla En Sık Görülen Aşırı Halsizlik, Yorgunluk Hatta Bitkinlik Düzeyindeki Tablolardır. Sıcak Çarpması (Güneş Çarpması) Bu Durumlardan Biridir.
Ortamın Isısının Artmasıyla Kişinin Deri Ve Çeşitli Organlarında Oluşan Temel Değişiklikleri Şöyle Özetleyebiliriz.

1- Dolaşimda ,Kanin Büyük Kismi Deriye Yöneldiği İçin Derinin Kan Akimi Ve Kan Miktari Artar.
2- Kalb Debisi Ve Atim Hacmi Azalir.
3- Arteriyel Kan Basinci ( Tansiyon ) Düşer.
4- Karin İç Organlarinin Kanlanmasi Azalir.
5- Kaslarda Kan Akimi Azalir.
Bu Değişiklikler Yorgunluk Yaratabilecek Düzeyde Güç Sarfiyatını Gerektiren Her Türlü Beden-Sel Faaliyette Daha Da Artar.Böyle Durumlarda Kalbin Işinin Artması Dakikadaki Atım Sayısı-Kasılması Da Artar.
Yukarıdaki Açıklamaya Çalışmaya Çalıştığımız Özelliklerden Ötürü Hipertansiyonlu, Kalp Yetmezlikli, Koroner Arter Hastalıklı Ve Tedavi Altındaki Hastların Şunlara Dikkat Etmleri Uygun Olur.
Fazla Sicağa Maruz Kalmayiniz.Yürüyüş Ve Gezintilerinizi Sabah Erken Veya Akşam Serin Saatlerde Yapiniz.

Günlük Su Alımınız Kısıtlanmış Bile Olsa,Yazın Çok Sıcak Zamanları_Da Ve Aşırı Terlediğıniz Dönemlerde Su Kaybınız Artacağı İçin Yeterli Suyunuzu (Günde Ortalama 2-2,5 Litre)
Terle Birlikte Vücudun Elektrolit Kaybı, Özellikle Sodyum (Tuz) Kaybı Fazla Olacağı İçin-Tuz Kısıtlamalı Bir Rejim İçindeyseniz Doktorunuzun Fikrini Alarak Yemeklerinize Biraz Tuz İlave Edebilirsiniz.

Deniz Kıyısında Tatilde İseniz, Kumda Yatıp, Güneş Banyosu Yapmayınız.
Denize Sabah Veya Akşam Üzeri Giriniz.
Denizde Uzun Süre Yüzmeyiniz.
Eğer Denizde Dalma Alışkanlığınız Varsa Dalmayınız.
Tok Karnına Denize Girmeyiniz.
Fazla Yaglı, Kızartmalı, Ağır Gıdalar Yerine, Bol Sebze, Haşlama Veya Izgara, Hafif Gıdalar Tercih Ediniz.
Eğer Diabetes Mellitusunuz (Şeker Hastalığı) Yoksa Bol Meyva Yiyiniz.
Bacaklarınızda Kronik Venöz Yetmezlik (Varis) Varsa, Denizde Belinize Kadar Olan Bir Su Seviyesinde Yürüyüş Yapınız.
Asla Kum Banyusu Yapmayınız.
Hipertansiyonlu İseniz, Tansiyon İlacınız Fazla Gelebilir, Dozunu Doktorunuza Tekrar Sorunuz.
Aşırı Sıcaklarda Ritm Bozuklukları Olabılir.

Bu Kurallara Uymadığınız Takdirde Hangi Sebeple Meydana Gelmiş Olursa Olsun Kalp Yetersizliğiniz Kaybolmuşken Yeniden Ortaya Çıkabilir, Hafiflemişken Ağırlaşabilir.
Sükün Bulmuş, Kaybolmuş Kalb Ağrılarınız (Angina Pectoris) Yeniden Başlayabilir.
Deniz Ve Sicağa Karşilik Serin Yayla Tatilini Tercih Edebilirsiniz


HİPOTANSİYON, DÜŞÜK TANSİYON
tansiyon düşüklüğü Büyük tansiyon, 11'den aşağı düştüğü zaman tansiyon düşüklüğü vardır. Bu duruma tıp dilinde hipotansiyon denir. tansiyon, ateşli hastalıklar sırasında, büyük kanamalardan sonra, iç salgı bezi bozukluklarında veya herhangi bir hastalıktan sonraki iyileşme döneminde düşer.
Bazı kadınların aybaşı hallerinde, veya sıcakta fazla ter kaybından sonra veya sinirli kimselerde de tansiyon düştüğü görülür. Devamlı olarak tansiyon düşüklüğü önemli bir hastalığın işareti olabilir.
Halk dilinde vertigo denen baş dönmelerinin nedenleri çeşitlidir.
Bunlardan başlıcaları şunlardır:
Kulak ağrısı.
Araç tutmaları.
Ani hava değişimi.
Bazı göz hastalıkları.
İlaç zehirlenmeleri.
Düşük veya yüksek tansiyon.
Damar sertliği ve bazı kalp hastalıkları.
Kansızlık ve kan hastalıkları.
Mikrobik hastalıklar.
Beyin hastalıkları.
Sara ve bazı ruh hastalıkları.
Tedaviye başlanmadan önce hastalığın gerçek nedeninin tespit edilmesi gerekir. Baş dönmelerine yapılacak ilk iş hemen oturmak veya öne eğilmek ve mümkünse hemen yatmaktır. Baş dönmesi sık sık oluyorsa mutlaka bir doktora gitmek gerekir.

Kulak çınlaması, kulak uğultusu veya kulak vızıltısına, tıp dilinde tinnitus denir. Çok çeşitli nedenleri vardır. Bunlar arasında, kulak kiri, içkulak iltihabı, ortakulak iltihabı, menier hastalığı, ateşli hastalıklar, yorgunluk, zafiyet, bazı ilaçlar, yüksek veya düşük tansiyon sayılabilir. Bu nedenle doktora başvurmak gerekir.

Kan basıncına tansiyon denir. Kalp her kasılışında belirli miktardaki kanı atardamarlara pompalar. Bu sırada da, kan basıncı en yüksek seviyeye çıkar. Buna büyük tansiyon denir. Kalbin iki kasılışı arasında geçen zaman içinde ise, kan basıncı en düşük seviyeye iner. Buna da küçük tansiyon denir. Büyük tansiyon ile küçük tansiyon arasındaki fark da nabız basıncını gösterir. tansiyon yaşa bünyeye ve tansiyon ölçüldüğü andaki ruhi veya bedeni duruma göre farklılık gösterir. Yaşlandıkça tansiyon yükselmesi normaldir.

6/29/2008

kolay doğum pozisyonları


Şükür ki, doğumu sırtında taşıdığınız, anne olmanın ağırbaşlılığını ağırlığını duyduğunuz, kendi vücudunuzun doğal işlerini yapmaktan ayıran ve doğurmanın eğlencesini kaçırdığınız günleri geride bıraktık...
Bugün kadınlar rahatsızlığı en aza indirip, doğum sürecini hızlandırmak için vücutlarını nasıl kullanacaklarını öğrenebiliyorlar. Çeşitli pozisyonları denemek doğum sancıları ve doğum sırasında sizin için en iyinin ne olduğunu bulmak için yardım edebilir. İşte çeşitli doğum sancısı ve doğum pozisyonları hakkında bilmeniz gerekenler.

Ayakta Durmak

Avantajları
Ceninin oksijeni mükemmelYerçekimini kullanır.Kasılmalar daha etkili ve daha az acılıdır.

Doğumu hızlandırmaya yardım eder.İtme gereksinimini yaratmaya yardım eder.

Dezavantajları

Doğum için zayıf kontrol, Doğum için görevli olanlar için zor bir görüntü

Yürüme

Avantajları
Yerçekimini kullanır.Kasılmalar sıklıkla daha az acı verici olur.Rahim kasılmalarını teşvik eder.
Bebek leğen kemiğinde iyi düzende durur.Doğumu hızlandırabilir.Sırt ağrısını azaltır.İnişi teşvik eder.

Dezavantajları
Yüksek tansiyonu olan anneler çoğunlukla kullanamaz.Cenin sürekli elektronik monitöre bağlı ise kullanılamaz.

Oturma

Avantajları
Dinlenmek için iyidir.Yerçekimini kullanır.Sürekli elektronik monitörle kullanılabilir.İnişi teşvik etmek için doğum topuyla beraber kullanılabilir.

Dezavantajları
Eğer annenin yüksek tansiyonu varsa muhtemelen kullanılamaz.Daha Fazla Doğum Pozisyonları

Tuvalette Oturmak

Avantajları,
Perine apışarası için rahatlamaya yardım eder.Anne bacak açma pozisyonuna ve bu çevredeki pelvik baskıya alıştırılır.Yerçekimini kullanır.

Dezavantajları
Tuvalet oturma yerinin gelen baskı acı yaratabilir.

Yarı Oturma
Avantajları
Anne için rahattır.Yerçekimini iyi kullanır.İyi bir dinlenme pozisyonudur.Hastane yatakları için kolay olur.Doğum odasında anne, baba ve orada bulunan diğerleri için iyi bir görüntüdür.FHT'ye Cenin Kalp Atışları iyi ulaşım sağlar.

Dezavantajları
Perineye ulaşım zayıf olabilir.Kokiksin kuyruk kemiği hareketliliğini zayıflatır.Perine üzerinde biraz baskı ama litotomiden taş çıkarma ameliyatı daha az baskı.Litotomi sırt üstü,

Bacaklar havada#8212;bu pozisyondan kaçının!

Dezavantajları
Bütün büyük kapların baskısı.Yırtılma ve çoğunlukla epiziotomiye gereksinim duyma.Doğuma yardım etmek için yerçekimi kullanımı yoktur.

Avantajları
Cenin iyi oksijen alır.Anne için iyi bir dinlenme pozisyonudur.Eğer annenin yüksek tansiyonu varsa yardımcıdır.Eğer anne epidural anestezi altındaysa yardımcıdır.Sıklıkla kasılmaları daha etkili hale getirir.Doğum sürecini ilerletebilir.İkinci safhada kasılmalar arasında dinlenmesi için anne için daha kolaydır.İkinci safhada arka sakral hareketine olanak tanır.Dik inişi yavaşlatabilir.Eşin bacakları desteklemesi gerekebilir.Eş doğumda yardım edebilir.Yırtılma ve epiziotomiye gereksinim duymayı aza indirir.Perineye ulaşım mükemmeldir.

Eğilme
Avantajları
İnatçı arka gösterim için yardımcıdır.Bebeğin rotasyonuna yardım eder.Pelvik sallantı için iyidir.Doğum balonuyla beraber iyi kullanılır.Bilekler ve kollarda daha az gerginlik.Dik inişe teşvik eder.Yerçekimini kullanır.Bebeğin rotasyonunu yükseltebilir.Rahatlık için ağırlığı değiştirmeye özgürlük tanır.Perineye mükemmel ulaşım.Mükemmel cenin devinimi.Pelvis çapını en çok iki cm artırır.Daha az ıkınma çabası gerektirir.İnişi teşvik etmek için gövdenin üst kısmı dibe baskı yapar.Uyluklar bebeğin uygun düzende olduğu durumdadır.

Dezavantajlar
Çoğunlukla anne için yorucudur.Bazen FTH'leri duymak zordur.Doğumda annenin yardımı zor olabilir.
Eller ve Dizler

Avantajları
Bradikardi dakika başına kalp atışının azalması için iyidir. Düşük kalp atışıSırt sancıları için iyidir.Doğum topu için kullanışlıdır.Arka gösterimin rotasyonuna yardım eder.Hemeroidin baskısını ortadan kaldırır.Yırtılma ve epiziotomiye gereksinim duymayı engelleyen en iyi pozisyon.Büyük bebek için iyi bir iniş pozisyonu.Omuz distosisi zahmetli ve yavaş doğurma için mükemmel.

Dezavantajları
Anneyle göz kontağını devam ettirmek zordur.Anne için görmesi zordur.Bebek annenin bacaklarının arasından geçmek zorundadır.Deneyimsiz katılımcılar için kafa karıştırıcı olabilir.


Kadınlarda Böbrek Taşları Riski ve Meşrubat İçilmesi
Bol sıvı alımı, tüm yazarlarca olmasa da çoğu yazar tarafından böbrekte taş olan durumlarda yinelemeyi azalttığı düşünülerek önerilmektedir. Belli meşrubatların böbrek taşı oluşumu üzerinde etkileri ile ilgili çok az çalışma vardır.
Bira ve kahve tüketimi ile böbrek taşı öyküsü arasında negatif bir ilişki vardır. Karbonatlı içeceklerle (soda) ise pozitif ilişki söz konusudur. Süt, çay ya da su için belirgin bir bağlantı yoktur. Erkeklerde yapılmış izlem çalışmasında elma suyu ve greyfurt suyu ile artmış, kahve, çay ve alkollü içeceklerle azalmış risk saptanmıştır. Bu çalışma kadınlara uyarlanmaz; çünkü taş oluşumu erkeklerden farklı olabilir. "su içmek" bu çalışmaya alınmamıştır.
1986-1994 yılları arasında, böbrek taşı öyküsü olmayan 81093 hemşire çalışmaya katılmış ve 18 meşrubat sorgulanmıştır. En çok tüketilen sıvılar su (ortalama 2-3 bardak /gün), kafeinli kahve (ortalama 1 fincan/gün), süt (2-4 bardak / hafta).

Kafeinli kahve, kafeinsiz kahve, çay, şarap belirgin olarak riskle ters ilişkili, greyfurt suyu riskle doğrudan bağlantılı bulunmuştur .Her 240 ml kafeinli kahve riski % 10 azalmaktadır; kafeinsiz kahve % 9, çay % 8, şarap %59 riski azaltmaktadır. Greyfurt suyu, riski % 44 arttırmaktadır. Kafeinli kahve ve şarap belirgin olarak sudan daha fazla koruyucudur. Araştırmanın bulguları total sıvı alımının, böbrek taşı oluşumu ile ters ilişkili olduğu hipotezini doğurmaktadır. Kafein, Antidiüretik hormonu ADH’nin (Vücuttan su atılmasını kontrol eden hormon) böbrek üzerindeki etkisiyle yarışarak idrarı daha fazla dilue etmekte ve kristal formasyon riskini azaltmaktadır. Ancak kafein nedeniyle kalsiyum atılımı da artmaktadır.

Benzer olarak alkol ADH'u inhibe eder, idrar akımı artar, idrar konsantrasyonu azalır. Şarabın, biradan daha olumlu etki göstermesi şaraptaki daha yüksek alkol konsantrasyonu ile bağlantılı olabilir. Greyfurt suyu barsak duvarına etkiyle birkaç serumun ilaç düzeyini etkiler; ve belki de potansiyelolarak önemli diyet faktörlerinin metabolizmasını da etkiliyordur. Erkektekinin aksine kadınlarda elma suyu ile ilgili belirgin bağlantı bulunamamıştır. Diyetteki kalsiyum, potasyum ve süt alımı riskle ters orantılıdır.
Diyabet nedir? Nasıl meydana gelir?
Diyabet, başta karbonhidratlar olmak üzere protein ve yağ metabolizmasını ilgilendiren bir metabolizma hastalığıdır ve kendisini kan şekerinin sürekli yüksek olması ile gösterir. Diyabet hastalarındaki temel metabolik bozukluk, kan yoluyla taşınan glükozun (şekerin) hücrelerin içine girememesidir.
Normal koşullarda besinlerden elde edilen veya karaciğerdeki depolardan kana salınan glükoz pankreas tarafından salgılanan İNSÜLİN hormonunun yardımıyla hücre içine girer ve orada yakılarak enerjiye dönüşür. Hücrelerin üzerinde değişik maddelerin girmesine izin verilen kapılar vardır. Bu kapılar normalde kilitlidirler ve uygun anahtar varlığında açılırlar. Diyabet, hücrelerin üzerindeki glükoz kapısının açılamaması durumudur. Bu örnekten ilerlersek diyabet, anahtar işlevi gören İNSÜLİN hormonu yetersizliğine ve/veya insülinin etkilediği reseptörlerin (hücre kapısındaki kilidin) bozukluğuna bağlı gelişmektedir.
Kaç tip diyabet vardır? Diyabet sıklığı ne kadardır? Nedenlerine göre bir çok diyabet tipi olmakla birlikte diyabet vakalarının çok büyük bir kısmını Tip 1 ve Tip 2 diyabet vakaları oluşturmaktadır.

Tip 1 Diyabet
Daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Tip 1 diyabet, pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç (vücudun bağışıklık sisteminin kendi hücrelerini tanıyamaması) sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Mutlak veya görece bir insülin yetersizliği olduğundan hastalar ömür boyu insülin hormonunu dışarıdan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundadırlar.

Bu nedenle Tip 1 diyabet İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10’unu Tip 1 Diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında Tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42’sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.
Tip 2 Diyabet
Sıklıkla erişkinlerde ve şişman (obes) kişilerde görülmektedir. Tip 2 diyabetli hastalarda insülin salgılanmasındaki yetersizlikten çok dokulardaki insülin reseptörlerindeki direnç (rezistans) sonucunda glükoz metabolizması bozulmaktadır. Tip 2 diyabetin kuvvetli bir genetik yatkınlık zemininde geliştiği bilinmekle birlikte, genetik mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Tip 2 diyabetliler hastalıklarının başlangıcında ve sıklıkla çok uzun bir süre insülin ihtiyacı olmaksızın yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Bu nedenle Tip 2 diyabet İnsüline Bağımlı Olmayan Diyabet (Non-Insulin-Dependent Diabetes Mellitus= NIDDM) olarak da isimlendirilmektedir.
Genel olarak erişkin nüfusta %4-8 oranında Tip 2 diyabet görülmektedir. Diyabetin bulguları nelerdir? Diyabete bağlı klinik bulgular vücuttaki karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasının bozulmasına bağlıdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci nedeniyle hücrelere giremeyen glükoz belli bir serum düzeyini (180mg/dl) aştığında idrarla atılmaya başlar. Böbreklerden atılan glükoz beraberinde sıvı atılımını da arttırır ve sonuçta ÇOK VE SIK İDRAR YAPMA (POLİÜRİ) olur. Vücut, poliüri ile olan sıvı kaybını karşılamak için ÇOK SU İÇİLİR ve bu da POLİDİPSİ olarak isimlendirilir.

Organizma, enerji kaynağı olarak glükozu kullanamayınca bir taraftan İŞTAH ARTAR diğer taraftan yedek enerji depoları olan yağlar ve proteinler yıkılmaya başlar ve bunun sonucunda iştah artmasına rağmen KİLO KAYBI olur. Bu klasik bulguların dışında diyabet hastalarında ÇABUK YORULMA, GÖRME BULANIKLIĞI, SIK DERİ ENFEKSİYONU, KADINLARDA VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONU gibi bulgular da görülür.
Diyabet tanısı nasıl konur? Diyabet tanısı, çeşitli uluslararası kuruluşların (WHO, Amerikan Ulusal Diyabet Veri Gurubu=NDGG) belirlediği ölçütlere göre konmaktadır. Bu ölçütler: Klasik diyabet bulguları olan bir kişide herhangi bir zamanda ölçülen plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması,En az 8 saatlik aç (kalori almayan) bir kişide plazma şekerinin 140 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması. Yakın zamanda Amerikan Diyabet Birliği açlık kan kekeri sınırını 126 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olarak belirlemiştir.
Şeker yükleme testinde (OGTT) 2. saatdeki plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması.Gizli şeker nedir? Halk arasında gizli şeker olarak isimlendirilen durum, normal glükoz dengesi ile diyabet arasındaki metabolik durumu ifade etmektedir. Normalde açlık plazma şekerinin 110 mg/dl olması gerekmektedir. İşte açlık plazma şekerinin 110 mg/dl'nin üzerinde fakat 140 mg/dl'nin altında (yeni kriterlere göre 126 mg/dl) olması bozuk glükoz toleransı olarak tanımlanmaktadır.

Benzer şekilde şeker yükleme testi yapılan kişilerde 2. Saatdeki plazma glükoz düzeyininin 140 mg/dl'nin üzerinde fakat 200 mg/dl'nin altında olması da bozuk glükoz toleransı olarak isimlendirilmektedir. Bu durumdaki kişilerin gün boyu kan şekerleri normaldir ve diyabetin klasik bulguları görülmez. Bununla birlikte bu kişiler Tip 2 diyabet için en riskli grupta olduklarından yaşam biçimlerini yeniden düzenlemeleri gereklidir.

5/04/2008

Kadınlarda Böbrek Taşları Riski ve Meşrubat İçilmesi

Bol sıvı alımı, tüm yazarlarca olmasa da çoğu yazar tarafından böbrekte taş olan durumlarda yinelemeyi azalttığı düşünülerek önerilmektedir. Belli meşrubatların böbrek taşı oluşumu üzerinde etkileri ile ilgili çok az çalışma vardır.

Bira ve kahve tüketimi ile böbrek taşı öyküsü arasında negatif bir ilişki vardır. Karbonatlı içeceklerle (soda) ise pozitif ilişki söz konusudur. Süt, çay ya da su için belirgin bir bağlantı yoktur. Erkeklerde yapılmış izlem çalışmasında elma suyu ve greyfurt suyu ile artmış, kahve, çay ve alkollü içeceklerle azalmış risk saptanmıştır. Bu çalışma kadınlara uyarlanmaz; çünkü taş oluşumu erkeklerden farklı olabilir. "su içmek" bu çalışmaya alınmamıştır.

1986-1994 yılları arasında, böbrek taşı öyküsü olmayan 81093 hemşire çalışmaya katılmış ve 18 meşrubat sorgulanmıştır. En çok tüketilen sıvılar su (ortalama 2-3 bardak /gün), kafeinli kahve (ortalama 1 fincan/gün), süt (2-4 bardak / hafta).

Kafeinli kahve, kafeinsiz kahve, çay, şarap belirgin olarak riskle ters ilişkili, greyfurt suyu riskle doğrudan bağlantılı bulunmuştur .Her 240 ml kafeinli kahve riski % 10 azalmaktadır; kafeinsiz kahve % 9, çay % 8, şarap %59 riski azaltmaktadır. Greyfurt suyu, riski % 44 arttırmaktadır. Kafeinli kahve ve şarap belirgin olarak sudan daha fazla koruyucudur. Araştırmanın bulguları total sıvı alımının, böbrek taşı oluşumu ile ters ilişkili olduğu hipotezini doğurmaktadır.
Kafein, Antidiüretik hormonu ADH’nin (Vücuttan su atılmasını kontrol eden hormon) böbrek üzerindeki etkisiyle yarışarak idrarı daha fazla dilue etmekte ve kristal formasyon riskini azaltmaktadır. Ancak kafein nedeniyle kalsiyum atılımı da artmaktadır.

Benzer olarak alkol ADH'u inhibe eder, idrar akımı artar, idrar konsantrasyonu azalır. Şarabın, biradan daha olumlu etki göstermesi şaraptaki daha yüksek alkol konsantrasyonu ile bağlantılı olabilir. Greyfurt suyu barsak duvarına etkiyle birkaç serumun ilaç düzeyini etkiler; ve belki de potansiyelolarak önemli diyet faktörlerinin metabolizmasını da etkiliyordur. Erkektekinin aksine kadınlarda elma suyu ile ilgili belirgin bağlantı bulunamamıştır. Diyetteki kalsiyum, potasyum ve süt alımı riskle ters orantılıdır.

Diyabet nedir? Nasıl meydana gelir?
Diyabet, başta karbonhidratlar olmak üzere protein ve yağ metabolizmasını ilgilendiren bir metabolizma hastalığıdır ve kendisini kan şekerinin sürekli yüksek olması ile gösterir. Diyabet hastalarındaki temel metabolik bozukluk, kan yoluyla taşınan glükozun (şekerin) hücrelerin içine girememesidir.

Normal koşullarda besinlerden elde edilen veya karaciğerdeki depolardan kana salınan glükoz pankreas tarafından salgılanan İNSÜLİN hormonunun yardımıyla hücre içine girer ve orada yakılarak enerjiye dönüşür. Hücrelerin üzerinde değişik maddelerin girmesine izin verilen kapılar vardır. Bu kapılar normalde kilitlidirler ve uygun anahtar varlığında açılırlar. Diyabet, hücrelerin üzerindeki glükoz kapısının açılamaması durumudur. Bu örnekten ilerlersek diyabet, anahtar işlevi gören İNSÜLİN hormonu yetersizliğine ve/veya insülinin etkilediği reseptörlerin (hücre kapısındaki kilidin) bozukluğuna bağlı gelişmektedir.

Kaç tip diyabet vardır? Diyabet sıklığı ne kadardır? Nedenlerine göre bir çok diyabet tipi olmakla birlikte diyabet vakalarının çok büyük bir kısmını Tip 1 ve Tip 2 diyabet vakaları oluşturmaktadır.

Tip 1 Diyabet Daha çok çocuklarda ve genç erişkinlerde görülür. Tip 1 diyabet, pankreasta bulunan ve insülin üreten beta hücrelerinin otoimmün bir süreç (vücudun bağışıklık sisteminin kendi hücrelerini tanıyamaması) sonunda zedelenmesi ile meydana gelmektedir. Mutlak veya görece bir insülin yetersizliği olduğundan hastalar ömür boyu insülin hormonunu dışarıdan (enjeksiyon yoluyla) almak zorundadırlar.

Bu nedenle Tip 1 diyabet İnsüline Bağımlı Diyabet (Insulin Dependent Diabetes Mellitus=IDDM) olarak da isimlendirilmektedir. Genel olarak toplumdaki diyabet vakalarının %10’unu Tip 1 Diyabet vakaları oluşturmaktadır. Çocukluk çağında Tip 1 diyabet sıklığı ülkeler (bölgeler) arasında farklılık göstermekte ve her yıl 15 yaş altındaki 100.000 çocuktan 1-42’sinde diyabet gelişmektedir. Tip 1 diyabet genel olarak kuzey ülkelerinde daha sık görülmektedir.

Tip 2 Diyabet Sıklıkla erişkinlerde ve şişman (obes) kişilerde görülmektedir. Tip 2 diyabetli hastalarda insülin salgılanmasındaki yetersizlikten çok dokulardaki insülin reseptörlerindeki direnç (rezistans) sonucunda glükoz metabolizması bozulmaktadır. Tip 2 diyabetin kuvvetli bir genetik yatkınlık zemininde geliştiği bilinmekle birlikte, genetik mekanizmalar tam olarak aydınlatılamamıştır. Tip 2 diyabetliler hastalıklarının başlangıcında ve sıklıkla çok uzun bir süre insülin ihtiyacı olmaksızın yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Bu nedenle Tip 2 diyabet İnsüline Bağımlı Olmayan Diyabet (Non-Insulin-Dependent Diabetes Mellitus= NIDDM) olarak da isimlendirilmektedir.

Genel olarak erişkin nüfusta %4-8 oranında Tip 2 diyabet görülmektedir.
Diyabetin bulguları nelerdir? Diyabete bağlı klinik bulgular vücuttaki karbonhidrat, protein ve yağ metabolizmasının bozulmasına bağlıdır. İnsülin eksikliği ve/veya insülin direnci nedeniyle hücrelere giremeyen glükoz belli bir serum düzeyini (180mg/dl) aştığında idrarla atılmaya başlar. Böbreklerden atılan glükoz beraberinde sıvı atılımını da arttırır ve sonuçta ÇOK VE SIK İDRAR YAPMA (POLİÜRİ) olur. Vücut, poliüri ile olan sıvı kaybını karşılamak için ÇOK SU İÇİLİR ve bu da POLİDİPSİ olarak isimlendirilir.

Organizma, enerji kaynağı olarak glükozu kullanamayınca bir taraftan İŞTAH ARTAR diğer taraftan yedek enerji depoları olan yağlar ve proteinler yıkılmaya başlar ve bunun sonucunda iştah artmasına rağmen KİLO KAYBI olur. Bu klasik bulguların dışında diyabet hastalarında ÇABUK YORULMA, GÖRME BULANIKLIĞI, SIK DERİ ENFEKSİYONU, KADINLARDA VAJİNAL MANTAR ENFEKSİYONU gibi bulgular da görülür.

Diyabet tanısı nasıl konur? Diyabet tanısı, çeşitli uluslararası kuruluşların (WHO, Amerikan Ulusal Diyabet Veri Gurubu=NDGG) belirlediği ölçütlere göre konmaktadır. Bu ölçütler:
Klasik diyabet bulguları olan bir kişide herhangi bir zamanda ölçülen plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması,En az 8 saatlik aç (kalori almayan) bir kişide plazma şekerinin 140 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması. Yakın zamanda Amerikan Diyabet Birliği açlık kan kekeri sınırını 126 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olarak belirlemiştir.

Şeker yükleme testinde (OGTT) 2. saatdeki plazma glükoz düzeyinin 200 mg/dl'ye eşit ya da üzerinde olması.Gizli şeker nedir? Halk arasında gizli şeker olarak isimlendirilen durum, normal glükoz dengesi ile diyabet arasındaki metabolik durumu ifade etmektedir. Normalde açlık plazma şekerinin 110 mg/dl olması gerekmektedir. İşte açlık plazma şekerinin 110 mg/dl'nin üzerinde fakat 140 mg/dl'nin altında (yeni kriterlere göre 126 mg/dl) olması bozuk glükoz toleransı olarak tanımlanmaktadır.

Benzer şekilde şeker yükleme testi yapılan kişilerde 2. Saatdeki plazma glükoz düzeyininin 140 mg/dl'nin üzerinde fakat 200 mg/dl'nin altında olması da bozuk glükoz toleransı olarak isimlendirilmektedir. Bu durumdaki kişilerin gün boyu kan şekerleri normaldir ve diyabetin klasik bulguları görülmez. Bununla birlikte bu kişiler Tip 2 diyabet için en riskli grupta olduklarından yaşam biçimlerini yeniden düzenlemeleri gereklidir.

4/20/2008

Unutkanlık,Kalp Damar Hastalıkları ve Menopoz

Geçenlerde bir kadın anahtarlarını bulamadığı için nasıl randevusunu kaçırdığını anlatıyordu. Her yeri dip bucak aradığı halde, bir türlü bulamamıştı. Hepimiz o yollardan geçtiğimiz için, halinden anlıyorduk. Özellikle de, sonunda anahtarları ceketinin cebinde bulduğunu söylediğinde! Kendini ne kadar kötü hissettiğini anlatmama gerek yok, sanırım. Şimdiye kadar duyduğum en iyi hafıza kaybı hikayesi bayram yemeği için kasaba gidip et alan kadının öyküsüdür.

Kadın kasaptan çıktıktan sonra otoparka doğru gider. Elindeki paketi otomobilin üstüne koyup kapıyı açar. Arabaya biner ve yola çıkar. Birkaç sokak ilerledikten sonra kaldırımdaki yayaların deli gibi el salladıklarını fark edince hemen kenara çekip durur. Arabaya bir şey olduğunu sanıp sağını solunu kontrol etmek için dışarı çıkar. Ne otomobilde, ne de üstünde duran et paketinde bir sorun vardır. Böyle şeyleri duyunca gülmek, konu siz bile olsanız, bunu dostlarla paylaşmak iyidir, insanların size değil, sizinle birlikte güldüklerini fark edeceksiniz. Çünkü bu herkesin başına gelebilir. Üstelik, eğer kendimize gülmezsek, oturup ağlamamız gerekir. Herhalde hepimiz gülmeyi yeğleriz, değil mi?

Peki, çözüm nedir? Eğer siz de çoğumuz gibi çok meşgulseniz ve günün saatleri size yetmiyorsa, bazı şeyler için listeler çıkarmanızı öneririm. Örneğin, Yapılacak İşler Listesi, Alışveriş Listesi, Doğum günü Listesi, Evlilik Yıl dönümleri Listesi gibi, hatırlamanız gereken şeylerin listesini yapın. Doktorunuzdan aldığınız randevuyu gösteren kart, arabanızın bakım kartı sizin için çok değerlidir. Bu küçük notlar günlük işlerinizin arasında yapmanız gereken işleri anımsatır.

Neden bu kadar unutkan olduğunuzu merak ediyorsanız, söyleyim: Östrojen kaybı, çok yoğun iş programları, stres veya, tatiller insanda unutkanlık yapar. Liste yapmak, hormon tedavisine başvurmak veya, bol bol turunçgil yemek düşünmeniz gereken bazı önlemler olabilir. Ayrıca, sık sık anahtarlarınızı, ya da, gözlüğünüzü kaybediyorsanız, bu gibi şeyleri belirli bir yere koymayı deneyin. Böylece, gözlüğünüz gözünüzde değilse, her zaman bıraktığınız yere gidip bakarsınız.
Menopozdan önce kadınların erkeklere oranla kalp da­mar hastalıklarına yakalanma olasılıkları daha düşüktür. Östrojen hormonunun kadınları koruduğuna inanılıyor. An­cak, kadınlar menopoza girince vücutlarında östrojen üreti­mi azalıp, kalp damar hastalıkları riski başlıyor ve her yıl katlanan bir hızla artıyor. Kırk beş yaşında bir kadında bu risk dokuzda birken, altmış beşinde ikide bire çıkıyor.

Kadınları korkutan bir haber de, her ne kadar kalp damar hastalıklarına erkekler daha çok yakalanıyorsa da, bu has­talıklardan ölen kadın sayısının çok daha fazla oluşu. Ne­deni şu: kalp damar hastalığı sinsi kalp hastalığı olarak da adlandırılır. Menopozdaki kadınlar farkında olmadan kalp hastası olabilir, hatta, kalp krizi bile geçirebilirler. Bazı krizlerde ağrı olmayabilir. Diğerleri de hazımsızlık, ülser veya, diğer sorunlara bağlanabilir. Bu nasıl olabilir, diye düşünebilirsiniz. Çok basit. Menopozdaki kadınlar bir kol­tukta dört karpuz taşırlar. Biz kadınlar aynı anda torunları­mızla ilgilenir, yaşlı anne babamıza bakar, alışveriş yapar, çalışır, temizlik yaparız. Kendimize ayırıp, doktora gidecek zamanımız yoktur. Durumumuzu sürekli hasır altı eder, şikayetimizi öğleyin yediğimiz bir şeye bağlarız.

Üstünde önemle durulacak faktörlerden biri de, histerek-tomi ameliyatı olmuş (rahmin alınması) veya, geçirdiği ame­liyattan dolayı menopoza girmiş kadınların kalp hastası ol­ma riskinin inanılmaz boyutlarda arttığıdır. Bu kadınların ya­şamlarının sonuna dek kalp hastalığına yakalanma riski üç misli artar. Bu yüzden bilim adamları menopoz öncesi histerektomi ameliyatının yararlarını araştırıyorlar. Örneğin, birçok doktor hafif fibroid tümörleri veya, habis olmayan rahim kanamaları görülen kadınların rahimlerini almaya gerek duymuyorlar ve böylece onları daha yüksek kalp has­talıkları riskine sokmuyorlar.
Kalp damar hastalıkları çok önemli bir konu olduğu ve sizin bu konuyu en kısa ve kolay yoldan kavramanızı iste­diğim için konunun ana başlıklarını özetledim. Kalp damar hastalıklarıyla ilgili en son araştırma sonuçları aşağıdadır.

Dengeli Beslenme

Cildimizi genç tutmaya çalışmak sadece bakımla ve sürdüğümüzkremlerle mümkün değil. Bunun için yediklerimize dikkat etmeliyiz...
Bazı besinlerin cildi gençleştirdiğini bazılannın ise yaşlandırdığını biliyor muydunuz?


İşte cildin dostu ve düşmanı gıdalar:Muhteşem bir cilde sahip olmanın yolları beslenmeden de gediyor.


Cildi gençleştirenler:


Soya filizi: Cildi doldurur, gerginleştirir.


Ispanak, lahana: B vitamini cildin bağ dokusunu sıklaştınr, selüliti önler,


Yeşil çay; Serbest radikallere karşı hücre koruyucu maddeler içerir. Böylece ciltteki yaşlanmayı durdurur.


Sarımsak: Bileşimindeki allizin maddesi kan dolaşımım harekete geçirir cildi arındırır, cilt rengini güzelleşcirir.


Ringa balığı; Vücudun ihtiyaç duyduğu doymamış yağ asidi içeren balıklar hücrelerdeki yağlanmayı durdurur, anti aging görevi görür.


Zeytinyağı; Erken yaşlanmaya karşı mükemmel, Kırışıklığı önler.


Yumurta, süt; Niacin maddesi içerir, B vitamini deposudur, hücre yeniler


Rezene; Hartada bir iki kez sofrada olmalı. Kalsium zenginidir ciltte hücre yenilenmesinde görev alır.

Avokado: E vitamini açısından zengin. Serbest radikallere karşı içeriden etki eder.

Elma; Kan şekerin; sabitler, ensülin iniş çıkışlarım engeller, cilde iyi gelir.
Dengeli ve sağlıklı beslenmenin temel ilkeleri

- Alınan besinlerin içerik ve oranları fizyolojik olmalı

- Alınan enerji miktarına dikkat edilmeli

- Öğünler sık ve az olarak alınmalı

- Protein ve karbonhidrat oranlarına dikkat edilmeli.

- Yağ sınırlamasına önem vermeli

- Taze meyve ve sebze tüketimi artırılmalı

- Enerji kaynağı olarak dengeli tahıl ürünleri tüketilmeli

- Şeker ve tatlı tüketimi azaltılmalı

- Su ve sıvı besin alımına dikkat edilmeli


- Besinler, uygun saklanmalı ve uygun pişirilmeli

- Düzenli egzersiz yapılmalı.


ÇOCUK DİŞ SAĞLIĞI
Çocukların dişleri niye çürüyor?
Süt dişleri normal dişlere oranla daha çok organik madde içerirler, bu nedenle çürümeye daha yatkınlardır, daha kolay ve hızlı çürürler.
Çocuklar, çürüğün erken döneminde görülebilen soğuk sıcak hassasiyeti ve hafif ağrı gibi sinyalleri zamanında yorumlayamazlar. Olayı ancak dayanılamayacak kadar ağrı olmasında fark ederler ki bu durumda çok geç kalınmış olabilir.


Çocuklar ağız bakımına yetişkinler kadar dikkat edemezler. Çocuğun el becerisi, merakı ve ebeveynin tutumu diş fırçalama alışkanlığını belirler.
Özellikle annelerin sıklıkla yaptığı bir hata da emzik ya da biberonu şeker, reçel vb. gibi gıdalara batırarak çocuklara vermeleri veya uyku aralarında şekerli süt, meyve suyu gibi gıdalara alıştırmalarıdır. Böylece beslenme düzensizliğinden dolayı dişler çürümeye yatkın hale gelir.


Çürük oluşumu engellenebilir mi?
Çürüğü tamamen engelleyebilecek bir aşı yada ilaç henüz geliştirilemedi. Ancak, çürük sayısını azaltmaya yönelik bazı malzemeler günümüzde kullanılmaktadır, bunlardan birisi; "fissür örtücü" dediğimiz malzemedir. Diş çürükleri genellikle azı ve küçükazı dişlerinin, çiğneyici yüzlerinde bulunan "fissür" adı verilen oluklarda başlar. Bahsettiğimiz malzemeyle olukların üzeri kapatılıp, o bölgeye mikrop, yemek artığı vs. nin sızması engellenerek çürük başlaması önlenir. Bu işlem, 6 yaşından itibaren çıkan kalıcı azı ve küçükazı dişlerine de uygulanabilir.
Çürüğü engellemenin başka bir yolu da dişlerin çürüğe karşı direncini artırmaktır. Dişlere yüzeysel florür uygulanması suretiyle bu direnç kazandırılır.


Süt dişlerinin önemi nedir?
Süt dişlerinin birinci görevi çocuğun düzgün beslenmesini sağlamaktır. Ayrıca konuşmanın düzgün gelişimi de süt dişlerinin varlığına bağlıdır. Bunların yanında aşağıdaki gibi bir görüntü, hiç kimsenin çocuğunda görmek istemeyeceği ciddi estetik sorunlara yol açmaktadır.Süt dişleri kapladıkları alanı kendilerinin yerine gelecek olan kalıcı diş için korumakta ve kalıcı diş sürerken ona rehberlik yapmaktadırlar.Süt dişi erken çekildiği zaman bu doğal yer tutuculuk fonksiyonu da ortadan kalkmaktadır.
Süt dişlerindeki çürükler tedavi edilmeli mi?
Tedavi edilmeyen süt dişi çürükleri, ağrı, kötü koku, çiğneme zorluğu, beslenme bozukluğu ve çirkin görüntüye yol açar. Bu dönemdeki tedavi edilmeyen diş bozuklukları, ileride diş çarpıklığı, çene gelişiminde bozukluk ve genel sağlık problemlerine (romatizmadan kalp rahatsızlıklarına kadar) sebep olabilecektir. Dolayısıyla süt dişlerindeki çürükler, "nasıl olsa yerine yenileri gelecek" yanılgısına düşmeden tedavi edilmelidir.
(28 Nisan)

4/15/2008

DELİKSİZ UYKU

7-8 saatlik deliksiz bir uykunun sırrı nedir merak ediyormusunuz???
Yatmadan yaklaşık 1.5 saat önce mutfağa dalın.Ancak öyle her bulduğunuzu yiyeceksiniz gibi bir yanlışa kapılmadan dalın…
Yaklaşık 200 kalori civarındaki bazı sihirli yiyecekler ile hem sindirim sisteminizi yormamış olursunuz, hem de kaslarınızı gevşetip, sakinleşirsiniz.
Serotonin ve melatonin hormonları sayesinde ise deliksiz bir uykuya kavuşursunuz. Aşağıdaki listeden 1 veya 2 adedi geçmeyecek şekilde dilediğiniz seçimi yapmakta özgürsünüz!

1: MuzAçık olarak söylemek gerekirse sarı bir poşet içindeki uyku hapları olarak adlandırabiliriz. Seratonin ve melatonin dışında aynı zamanda magnezyum içeren bu meyve, kaslarınızı gevşetip sizi rahatlatır.

2: Papatya ÇayıSizi yatağa huzurlu bir şekilde yatıracak bir çaydan bahsediyoruz. Sakinleştirici özelliği sayesinde papatya çayı , kaygılı ve sinirli bir bünyenin en iyi panzehiridir.

3: Ilık SütEvet çok duyduğunuzu biliyoruz…Fakat bu bir mit değil, gerçektir. Süt içeriğinde bulunan ve tripsin etkisiyle serbestlenen ve organizma için gerekli bir aminoasit olan triptofan sayesinde beyniniz yatışır ve daha sağlıklı bir uykuya dalarsınız. Elbette ki sıcak sütün yıllardır duyduğumuz birçok iyileştirici özelliği sayesinde psikolojik bir etkileşim de duyabilirsiniz.

4: BalBitki çayınızın veya ılık sütünüzün içine atacağınız bir çay kaşığı kadar balın etkileri hiç de göründüğü kadar küçük değildir. İçeriğindeki şeker her ne kadar vücudu hareketlendirmeye niyetlense de, az miktarda glikoz oreksine dur işareti yapar. Oreksin son zamanlarda keşfedilmiş ve beyni hareketlinderen bir nörotransmiterdir.

5: Patates Az miktarda fırında pişirİlmiş patatesin iyi bir gece uykusuna yardımcı olabileceğini pek sık duymadığınızı biliyoruz. Midenizi yormayacağı gibi, içeriğindeki tripofan sayesinde asit seviyesini düşürür. Etkiyi daha da artırmak için sütle birlikte püre kıvamına getirip yiyebilirsiniz.

6: Yulaf UnuYulaf içeriğindeki melatonin sayesinde iyi bir uykunun en iyi ilaçlarındandır. Bir miktar Akçaağaç şerbetiyle karıştırsanız hem de lezzeti ile sizi büyüleyecektir.

7: Badem Bir avuç kalp dostu bu yemişlerden yediğiniz takdirde, sizi tatlı bir şekerlemeye götüren yolculukta en büyük yardımcınızı bulmuş olacaksınız. Hem tripofan içeriği hem de uygun ölçüde içerdiği kalsiyum sayesinde kaslarınızın rahatlamasına yarar.

8: Keten Tohumu Hayat bazen ters gittiğinde ve siz de kendinizi kötü hissettiğinizde, 2 kaşık keten tohumunun sizlere yardımcı olabileceğini aklınızdan çıkarmayın. Süt veya yoğurt içine katabileceğiniz keten tohumu, omega 3 yağ asitleri açısından zengindir ve doğal bir moral verici etkisi bulunmaktadır.

9: Kepek Ekmeği Bal kattığınız çayınız ile birlikte yiyeceğiniz bir ince dilim kepek ekmeği, vücuttaki insülinin biraz serbest kalmasına ve tripofan ile seratonininize ‘’uyku vakti’’ mesajını yollamasını sağlamaktadır.

10:Hindi Güzel bir uykunun 2-3 saat öncesi, bir ince dilim kepek ekmeği üzerine koyacağınız küçük bir parça haşlanmış hindi eti yararlı olacaktır. İçeriğindeki tripofan sayesinde midenizde çok miktarda protein olmadığı zamanlarda bile sizi rahatlatır.

Uyku ihtiyacı yaşa göre değişir
Her gün uyumamız gereken süre, yaşa göre farklılık gösterir. Yaş ilerledikçe uyku ihtiyacı azalır. Çocuklar ve gençlerin uyku ihtiyaçlarıyla süreleri ise daha fazladır. Aşağıdaki sıralamayı aklınızdan çıkarmayın. Eğer yaşınıza bu süreler uymuyorsa, uykusuzluk çekiyorsunuz demektir:
- 19-30 yaş: 7.5 saat
- 33-45 yaş: 7 saat
- 50-70 yaş: 6 saat
- 70 yaşın üzerinde: 5 saat


SAMAN NEZLESİ
Saman nezlesi tanımı yanlış isimlendirilmektedir. Çünkü saman bu olaya neden olmaz.
Hastalık; akan kaşınan burun ve göz, hapşırma, boğaz kaşıntısı ve burun, boğazda çok miktarda akıntıdan oluşmaktadır. Havayla solunan parçaçıklara karşı gelişen allerji buna neden olmaktadır. Yaz gribi ise bilinen grip (Virüs enfeksiyonları) den farklıdır, gribin aksine saman nezlesi gibi havadaki parçaçıklara karşı gelişen bir alerjidir.
Saman nezlesi ve yaz gribi tıp dilinde allerjik rinit olarak bilinen durum için kullanılan yaygın isimlerdir. (Rinit, burun iltihabıdır.) Her yıl çok sayıda insan allerjik rinite yakalanmaktadır. Bazıları çok hafif atlatırken bazıları için çok ağır geçmekte, işlerini engellemekte ve yaşam kalitesini bozmaktadır.

ALLERJİNİN NEDENİ NEDİR?

Bir bitki veya hayvana ait bir parçaçık vücüda girerse (gözü kaplayan zardan, burun veya boğazdan) bu istilayı önlemek amacıyla bağışıklık sistemine ait bir yanıt gelişir. Normal şartlar altında bu yararlı, doğal bir korunmadır. Bununla birlikte bazı kişiler bir takım maddelere karşı aşırı reaksiyon göstermektedir. Bu maddelere allerjen, kişilere ise allerjik denilmektedir. Bu olay ailevi olarak görülme eğilimi göstermektedir. Allerjenler vücudu antikor yapmak üzere uyarırlar. Bunlar daha sonra allerjenlerle birleşerek, vücudda bu şekilde istenmeyen etkilere yol açan bazı kimyasal maddelerin salgılamasına neden olurlar. Histamin bunlar içinde en iyi bilinen kimyasal maddedir. Bu madde burun zarlarının şişmesine, kaşıntıya, tahrişe ve aşırı miktarda sümük oluşmasına neden olur.

HANGİ ALLERJENLER RİNİT YAPAR? Havada taşınabilecek kadar küçük ve hafif olan hayvan ve bitki proteinleri gözümüz burnumuz ve boğazımızdaki zarlar üzerinde birikirler. Polenler, mantar sporları, hayvan tüyleri ve ev tozu bu parçaçıkların en sık rastlananlarındandır.
HANGİ POLENLER SORUN OLUR? İlkbaharın erken dönemlerinde saman nezlesine polenler yada çevrede sıklıkla rastlanan ağaçlar neden olmaktadır. İlkbaharın geç dönemlerinde ise polenler çayırlardan kaynaklanmaktadır. Renkli süs bitkileri nadir olarak allerjiye neden olmaktadır. Çünkü onların polenleri havayla taşınamayacak kadar ağırdır. Bu bitkilerin polenleri bir yerden bir yere böcekler tarafından taşınmaktadır. (arılar, kelebekler) Bazı bitkiler ise Ağustosun sonunda polen vermeye başlarlar. Bu eylül ayı boyunca devam eder. Kimi zaman ekim ayına kadar veya ilk soğuklara kadar polen verdiği olur.

MANTAR NEDİR? Mantarlar ekmeği küflendiren, meyvaların bozulmasına neden olan küflerdir. Aynı zamanda kuru yapraklarda, çayırlarda, samanda, tohumlarda diğer bitki ve toprakta da bulunurlar. Soğuğa dirençli oldukları için allerji sorunu uzundur ve karın toprağı kapattığı dönemler dışında tüm bir yıl sporları havada bulunur. Ev içinde mantarlar ev bitkilerinde ve onların saksı toprağında yaşar. Bodrum katları ve çamaşır odaları gibi nemli yerlerin yanı sıra peynirde ve mayalanmış içkilerde de bulunurlar.

TÜM YIL BOYUNCA SAMAN NEZLESİ NASIL DEĞİŞİR? Allerjenler hayvan artıkları (kediler, köpekler, atlar, yün) kozmetik malzemeler, mantarlar, yiyecekler ve ev tozlarıda dahil olmak üzere bütün yıl boyunca bulunurlar. Ev tozu, mobilyalardan dökülen selülozdan, mantardan, ev hayvanlarında dökülen artıklardan ve böcek parçalarından oluşan karmaşık bir yapıdır. Allerji kışın sıcak hava sistemlerinin açılmasıyla ev tozunun etkisi altında artmaktadır.

ALLERJİ ZARARLI OLABİLİRMİ? Allerjik kişilerin soğuk algınlığına, sinüs enfeksiyonu ve kulak enfeksiyonlarına olan hassasiyetleri artmıştır. Bu hastalık onları allerjisi olmayan insanlardan daha fazla rahatsız edebilir. Hatta bazen daha ağır olarak bu kişilerde astım gelişebilir.

SİZ NE YAPABİLİRSİNİZ? İdeal olarak allerjinizin oluştuğu yerden uzakta yaşamayı seçebilirsiniz. Örneğin sadece deniz havası teneffüs edebileceğiniz bir yerde veya hiçbir şeyin yaşamayacağı kadar kuru bir iklimde yaşamanıza devam edebilirsiniz. Ne yazık ki bu ideal uygulama nadiren yapılabilir. Ancak aşağıda sıralanan kendi kendinize yardım önerileri denemeye değerdir.

1. Çimleri keserken veya ev temizliği yaparken polen maskesi takın. (birçok eczaneden temin edilebilir)

2. Isıtma ve havalandırma sistemlerindeki filtreleri aylık olarak değiştirin yada bir hava temizleme aygıtı kullanmaya başlayın.

3. Polenlerin çok yoğun olduğu dönemlerde kapıları ve pencereleri kapalı tutun.

4. Evde bulunan bitki ve hayvanlardan uzak durun.

5. Kuş tüyü yastıkları, yün battaniye ve yün örtüleri pamuk veya sentetik maddeden yapılmış olanlarla değiştirin.

6. Gerekli olduğunda yeterince antihistaminik ve dekonjestan kullanın.

7. Yatağınızın baş tarafı yukarı kaldırılmış bir şekilde uyuyun. Bunun için yatağınızın baş tarafındaki ayakların altına birer tuğla koyabilirsiniz.

8. Genel sağlık kurallarına uyun. Hergün egzerzis yapın. Sigarayı bırakın ve diğer hava kirliliğine neden olan şeylerden uzak durun.

9.Dengeli beslenin karbonhitratları aza indirin. Dietinizi vitaminler ve özelliklede C vitaminiyle destekleyin.

10. Doktorunuzun tavsiyelerine uyun Kış aylarında iyi bir nemlendirici kullanın. Çünkü kuru ev içi havası birçok allerjik kişinin kötüleşmesine neden olmaktadır. Ancak nemlendiricide mantar üreme şansına da dikkat edin.